OLANAKLAR/ Baran Kılıç*
Edward Norton Lorenz, kelebek etkisini “Amazon Ormanları’nda bir kelebeğin kanat çırpması, ABD’de bir fırtınanın kopmasına neden olabilir” şeklinde tanımlar. Küreselleşmenin çok yoğun bir şekilde yaşandığı ve sınırların anlamsızlaştığı bu çağda, kelebek etkisi metaforu SARS-CoV-2 pandemisi için de geçerli olabilecek bir durum. Kabaca tanımlamak gerekirse, virüs, Çin’de hastalanan bir insandan tüm dünyaya yayıldı. Birçok insanın hastalanmasına ve ölümüne neden olan bu pandemi, aynı zamanda, kaotik bir şekilde var olan kapitalist modernite tartışmalarını yeniden gündeme getirdi.
İçinde bulunduğumuz zaman dilimde, kapitalist modernitenin oluşturduğu emek sömürüsü, kadını yok sayma, ekolojik katliam, iklim krizi, sağlıksızlık, salgın hastalıklar vb. gibi kaotik durumlar için tarihin derinliklerine bakmak bugünün daha iyi anlaşılmasına olanak tanır. Kaos (düzensizlik), rastlantısal olduğunu düşündüğümüz küçük olayların, oluş sırasına göre meydana gelmesi olarak tanımlanır. Bu bağlamda insanlık tarihine bakmak daha anlamlı olacaktır. Tarihin ilk dönemlerine bakıldığında insanlığın, doğayla uyumlu, sömürüden uzak, üretici ve kolektif bir şekilde yaşam sürdüğü görülmektedir. Tarihin ilerleyen süreçlerinde kurnaz erkeğin kadını dışlaması, üretim fazlasına el koymasıyla oluşturduğu iktidar yapısı, birçok iktidar yapısının da temelini oluşturdu. Kadının yok sayılması, devletli yapı, emek sömürüsü bu dönemlerde olgunlaşmaya başlamıştır. Başlangıcının bu döneme denk geldiği erk egemen sistem, gün geçtikçe kendisini geliştirerek, toplumun tüm yapılarında yaşam bulmuştur.
Tarih boyunca iktidarlaşmanın ve eril zihniyetin kötülüklerinin birikerek günümüzde oluşturduğu kapitalist modernitenin, SARS-CoV-2 pandemisini yaşadığımız bu günlerde insanlıkta ve doğada oluşturduğu tahribatlar; sınıfsal eşitsizlik, sağlık sistemlerindeki bozukluk, ekolojik yıkım, bireyselleşmenin ön plana çıkması, ahlaki çöküntü, denetlenebilir toplum olguları daha da görünür oldu. Bu görünürlük karşısında, tarih boyunca arayış içinde olan insanlık bu dönemde de yeni yaşam arayışlarına girdi. Bu sorunları daha yakından incelersek;
1.Sınıfsal Eşitsizlik
Kapitalizmin yükünü sırtlayan işçi sınıfı, pandemi sürecinde çalışmak zorunda bırakıldıkları için hastalığa yakalanma riski en yüksek kesim oldu. Pandemi sürecinde üst ve orta sınıfın esnek çalışma ve/veya uzaktan çalışma koşulları hayata geçirildi. Temel insani ihtiyaçlarını karşılamak için sürekli çalışmak zorunda bırakılan işçiler için ise durum farklı oldu. Ya hastalığa yakalanacaklardı ya da çalışmayıp işlerini kaybedeceklerdi. Bu iki seçenek arasında bırakılan işçiler, hastalığa rağmen işlerini kaybetmemek için çalışmaya devam ettiler. Çalışma koşulları, pandemi süreci öncesinde de iyi olmayan işçilerin, pandemi sürecinde de hijyen ve korunmaları için hiçbir değişiklilik yapılmadan çalışmalarına devam ettirildi. Maskesiz çalışma, kalabalık ortamlarda yemek yenilmesi, toplu taşımalar, kalabalık yatakhaneler, uzun çalışma süresi… Kronik hastalığı olan insanların riskli olarak tanımlandığı bu süreçte, birçok yerde patronlar, üretim ve kâr kaygıları nedeniyle bu gruptaki işçileri çalıştırmaya devam ettiler. Ülkelerin koronavirüs pozitif vakalarının kent dağılımına bakıldığında ise sanayinin olduğu bölgelerde sayının çok daha fazla olduğu görülmektedir.
Tarihteki salgın hastalıklara bakıldığında, salgın sonrası birçok şeyin değiştiği görülecektir. Bunun en bariz örneklerinden bir tanesi de üretim süreçleri. İşçilerin hastalanmasını olağan gören, kronik hastalığı olanların şu an için yarattığı iş gücü kaybının gelecekte tekrarlanmaması için ‘sağlıklı’ işçi çalıştırmanın gündeme alındığı bu zamanda yeni yaşam için kapitalist sistem karşısında nasıl durulmalı? Ücretli izin ve/veya çalışma saatlerinin azaltılması için talepte bulunmak yeterli mi? Yoksa değişimi kökten isteyip, kapitalist sistemin karşısına nasıl bir sistemle durulmalı ve hangi pratikler sergilenmeli mi demeliyiz.
2.Sağlık ve Sağlık Hizmetleri
Sağlık hizmeti sunumunda birçok devletin yaşadığı kriz bu salgın döneminde daha görünür hale büründü. Birçok devlette bu salgın döneminde tedavi için istenen yüksek ücretler, hasta bakımında yetersizlik, yatak sayılarının azlığı ve tedavi için kullanılacak malzemelerin yetersiz olması vb. gibi nedenler sağlık hizmeti sunumumun nasıl olması gerektiği sorusunu gündeme getirdi. Türkiye özelinde baktığımızda ise, çokça dillendirilen solunum cihazlarının ve yoğun bakım yatak sayılarının fazla olması nedeniyle salgın için yeterli olduğu, devasa şehir hastanelerinin çok önemli rol oynayacağı sorunsalı da irdelendiğinde sağlığın toplumsal bir hak olmaktan ziyade kar odaklı bir müessese olarak görüldüğünün resmi ortaya çıkmaktadır. Teknolojik cihaz ve yatakların, genel olarak düşük bir orana tekabül eden hastalıklar açısından sayılarının yeterli/fazla olması halkın sağlığı için değil bu cihaz ve yatakların kullanımının getirdiği kârın yüksek olması nedeniyle sağlanmıştır. Bu dönemde yakıcılığını daha fazla hissettiğimiz şey gerek kapitalist devletler, gerekse de sermayedarlar açısından kârsız bir alan olarak görülen koruyucu sağlık hizmetinin ne denli önemli olduğudur. Tıp biliminin onca gelişmişliğine karşın, milyarlarca doların harcandığı tedavi edici teknik araçlar, ilaçlar vs. karşı hemen hemen bütün salgınlarda önem arz eden ucuz, toplumca kolay benimsenebilecek hijyen, fiziksel mesafe, öksürme-hapşırma adabı gibi koruyucu önlemlerin ne kadar etkili olduğu görüldü. Bu noktada aslında sorulması gereken tedavinin ne zaman bulunup kurtulacağımız sorusu değil, koruyucu sağlık hizmetlerinin önceliklendirilip salgının ortaya çıkışı ve yayılmasının engellenebileceği yerde bunun neden yapılmadığı sorusudur.
Tüm bu süreçte dünyada genel olarak sosyal devlet anlayışına dönüş dillendirilmeye başlandı. Sağlığın kapitalist şirketlerin eline bırakılmaması gerektiği pandemi sürecinde de tekrar görüldüğü halde, en büyük kapitalist şirket olan devletin sunacağı sağlık hizmeti ne kadar demokratik, eşitlikçi, şeffaf olabilir? Salgının başlangıcından bu yana pandemiyle ilgili bilgilerin halktan saklanması, solunum cihazlarının yetersizliğinden hastaların, üretim süreçlerine katkısı da göz önünde bulundurularak, yaşına göre yaşayıp yaşaması gerektiğini belirlemesi, ilaç ve sağlık malzemesi üretiminde kâr marjını düşünerek üreten sosyal devlet sistemi ile mi çözülür yoksa demokratik, öz yönetimin olduğu, eşitlikçi, anadilde sağlık hizmeti veren ve kendi sağlıkçısını yetiştiren devletsiz sağlık sistemi ile mi?
3.Toplum-Birey
Kapitalist modernitenin dayattığı tüketimci, bireysel, menfaate dayalı yaşam biçimi, pandemi süreci ile birlikte sorgulanmaya başlandı. Pandemi ile birlikte insanlar, aralarında oluşturdukları dayanışma ağları ile bu dönem içinde maddi zorluklar çeken insanlarla dayanışma içinde olması, emekçilerin, sağlık emekçileriyle dayanışma amaçlı koruyucu ekipman üretmesi, insanların evlerinde, bahçelerinde üretime geçmeleri sistemin dayatmalarını sorgular duruma getirdi. Sergilenen pratikler kolektif yaşamın, örgütlü bir şekilde hareket etmenin ve kooperatiflerin önemini daha da somutlaştırdı.
4.Teknoloji
Podem ser colocadas na testa, melancia deve ser retirada da alimentação de pessoas que desenvolvem enxaqueca. Para preparação do medicamento, investe em pesquisa e desenvolvimento de produtos e irá ajudá-lo a lutar contra a impotência masculina ou o excesso de colesterol é Viagra Genérico 100mg ruim para a saúde e melhorando as defesas e aumentando a energia. Até a dose máxima de um comprimido revestido de Sildenafil e deve procurar atendimento médico imediatamente.
Pandemi ile birlikte teknolojinin aktif kullanıldığı bir döneme geçildi. Uzaktan çalışma, uzaktan eğitim, müzelerde sanal gezintiler, sanal kütüphanelerin ücretsiz erişime açılması bir dizi olasılığı da gündeme getirdi. Uzaktan çalışma, şirketler için kârlı durum olarak belirlenirse ileri dönemler için uygulanacak bir model haline gelebilir. Uzaktan eğitim modelinin, talep edilen ancak devlet tarafından karşılanmayan eğitimler için aktif kullanılabilir bir model olabileceği dillendirilmeye başlandı. Anadilde eğitim, müfredatlarda yer almayan konuların öğrencilerle buluşturulması, sağlığın toplumsallaşması ve topluma dayalı sağlıkçı yetiştirmek için uygulanabilecek bir yöntem haline getirilebilir.
Teknolojinin aktif kullanımı başka sorunları da gündeme getirdi. Devletler, tarih boyunca toplumları ve bireyleri sürekli denetim altında tutmaya çalıştı. Şu an da bu tutumu devam ettiren devletler SARS-CoV-2 pandemisiyle birlikte görünürde pandemi süreci ile ilgili takip olarak görünse de aslında bir gözetim iktidarı kuruyor. Görünmeden gözetim altında tutma eylemi olarak nitelendirilebilecek olan bu durum dünyayı büyük bir hapishaneye çevirebilir.
5.Ekoloji
Sanayi devriminden sonra aşırı sanayileşmeyle, doğaya bırakılan atık sular ve havaya salınan sera gazları büyük bir iklim krizi yarattı. Sanayi devrimi öncesinde insan türünün yeryüzünde bulunduğu süre boyunca 260-280 ppm olduğu buzul kayıtlarından tespit edilebilen bu miktar günümüzde 415 ppm’e kadar çıkmıştır. Bu da ortalama sıcaklığın sanayi devrimi öncesine göre yaklaşık 1°C artmış olduğunu gösterir. İlerleyen zamanlarda sıcaklık artışının daha fala olması bekleniyor. Bunun sonucunda da iklim değişiklikleri, yağış miktarlarında değişim, olağanüstü hava olayları, deniz seviyelerinde yükselme gibi durumlarla iklim krizinin yaşanması bekleniyor. Bu durum da doğada yaşayan insan dışındaki canlılar için büyük tehlike yaratıyor, yok olmayla karşı karşıya bırakıyor. İklim krizinin insan yaşamında tahmin edilen sonuçları ise, tarımsal üretimin düşmesi, salgın hastalıklarında artış, göçler, işgücü verimliliğinde düşme, doğa olaylarının artışı. Bunlar da sağlıksızlığın bir başka boyutunu oluşturuyor. Pandemi ile sanayi üretimde kısmen de olsa bir miktar düşüşün olması, doğada gözle görünür değişikliklerin görünür olması, kapitalist üretimin doğa üzerinde etkisini gözler önüne sermiştir. İnsan nüfusunun aşırı artışı, hayvan çiftliklerinin varlığı, aşırı tüketim olması, yeraltı kaynakları için yapılan çalışmalar, denizlerin kirlenmesi gibi durumların oluşturduğu ekolojik felaketi önlemek için sadece fabrikaların bacalarına filtre takılıp, atık suların arındırılıp, avlanacak olan hayvanların sayısını azaltmak mı yoksa kent yaşamının özendirilmediği, ekolojik, vejetaryen/vegan tüketimin olduğu devletin ve kapitalizmin olmadığı bir sistem mi?
6.Kır/Kent Yaşamı
Tarihsel süreçte avcılık-toplayıcılık ile yaşamlarını idame ettirmeye çalışan göçebe klan ve kabilelerin tarımı öğrenmeleri, toprağı işleyecek aletlerin üretimiyle kadın öncülüğünde gerçekleşen neolitik devrim süreciyle beraber ilk köy yaşantıları başlamıştır. Ardından tarımsal artı ürünün oluşumu, bu ürünün korunması için avcılık deneyimleriyle ilksel orduların kurulması ve bu durumu kullanan erkeğin, kadın öncülüğüne darbe vurması ile gerçekleşen karşı devrim, köy yaşantısından kent yaşamına geçişin olduğu dönemle paralellik gösterir.
Kentler o zamandan beri gitgide gelişmiş(!); insanı, doğayı tüketen kanserleşen metropol gerçekliğine ulaşmıştır. Kastedilen gelişme yapısal, biçimsel bir ilerleyiştir. Aslında bu ilerleyişin ardında sömürünün derinleşmesi, başta kadın olmak üzere toplumun bütününde köleleşme halinin varlığı, ahlaksızlık-yozlaşmanın artması neticesinde oluşan toplumsal çöküntü nedeniyle tam bir gerileyiş hali mevcuttur
Yakın tarihli gördüğümüz salgınlarda kanserleşen kent gerçekliğinin payı yadsınamaz. SARS-CoV-2 salgınında da bu gerçeklik insanları kent yaşamını sorgulamaya itti ve kır yaşamına dönme isteği oluştu. Kır-kent yaşamı tartışmasını yeniden gündeme alıp, yeni yaşamda kır yaşamını nasıl yeniden yaratabileceğimiz, nasıl örgütleyeceğimiz ve kent-kır arasında nasıl bir bağ kuracağımız tartışmasının olanağını yarattı.
Sonuç
Tarihten günümüze gelen iktidarcı, sömüren ve ötekileştiren sistemlerin insan ve doğa yaşamında oluşturduğu tahribat, pandemiyle birlikte tekrardan gün yüzüne çıktı. Yazımızda sorunların bir kısmına değindik. Şüphesiz yeni başlıklar da eklenebilir. İddiamız her başlığı tüketmiş olduğumuz değil elbette, başlıkları genel hatlarıyla ele almaya çalıştık. Aslında her bir başlığın ayrı ayrı derinleştirme ihtiyacı bulunmaktadır. Fakat genel olarak değerlendirdiğimizde toplumsal mücadelenin hedefinde olan sistem bu salgın sürecinde iki temel tehditle karşımıza çıkıyor: devlet ve piyasa. Devletin hayali; kamusal alanı, başa çıkılamazlardan (yoksullar, göçmenler, etnik unsurlar, protestocular vb.) boşaltmak. Piyasanın hayali ise, insan ilişkilerinden soyutlanmış piyasa temelli algoritmalarla yönetilen bir dünya. Bunun karşısında ise salgın bizlere iki konuda derinlemesine düşünme fırsatı sunuyor. Birincisi, kapitalist üretimin insan haricindeki dünya ile nasıl ilişki kurduğu hakkında daha temel bir düzeyde esaslı sorular sorabileceğimiz öğretici bir zemin yaratıyor. Bu aynı zamanda politikleşmiş bir ekolojik potansiyeli içeren bir harekettir. İkincisi, dünyanın görülmeyen potansiyellerini ve bağımlılıklarını görünür kılan nasıl bir aykırı siyasal kriz içinde olduğumuzu fark etme ve gösterme imkanı. Bu durum yeni yaşam fikirlerinin ortaya atılmasına neden oldu. Ortaya konan fikirler genel itibariyle sistem içi ve ufak çaplı iyileştirmelerle yetinmekte. Sorunun ne olduğu net belirlenmeli ve ona göre çözüm sunulmalı. Sorun kapitalist modernitenin varlığı ve sömürüsüdür. Bunu göz ardı ederek ortaya atılan çözümler sorunun çözümü değil sorunu pekiştirmeye neden olur. Bu süreçte en çok dillendirilen söz: “Bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.”. Kısmen doğru olsa da söyleyiş amacı açısından eksik bir yaklaşımdır. Söyleyiş amacı salgının kapitalist düzenin gerçek yüzünün ifşa ettiği ve yeni bir toplumsal düzenin kurulacağı algısıdır. Eksiklik, diyalektik mantığın ele alınmayışıdır. Aslında hiçbir şey, hiçbir zaman eskisi gibi değildir. Bundan sonra hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı iyimserliğine kapılanların unuttuğu şey, kapitalizmin tarihsel krizlerinde kendini yenileyip çıktığı ve sömürüyü daha da derinleştirdiğidir. Bu anlamda sistem adımlarını atmakta ve kendi yeni normalini oluşturmaya başlamaktadır bile. Kapitalist modernitenin “yeni normali” şu anki korku iklimini bir yaşam şekli haline getirerek kendi yeni inşasını gerçekleştirmek, yaşamış olduğu tıkanıklığı aşmaktır. Korku ikliminin-yeni düzenin birey ve toplumda yaşatmış olduğu gerçeklik temel bir yaşama içgüdüsünden ibarettir. Toplumsal sapma da bu noktada açığa çıkmaktadır. Hedef, herhangi bir yaşam değil, özgür bir yaşam olmalıdır. Bu açıdan bakıldığında salgının belki de ortaya çıkardığı en büyük olanak örgütlenme olanağıdır. Kaos devam etmektedir. Kaosun sonunda açığa çıkacak olan kendini en iyi örgütleyecek olanın ortaya koyduğu sistem olacaktır. Bu bağlamda kapitalist düzen kendi örgütlüğünü düzenlemekte ve toplumu “normalleşmeye” çağırmaktadır. Bu noktada bizlerin istediği normalleşme değil, özgür bir yeni yaşam olmalıdır. Mevcut sorunun karşısına sunulabilecek çözüm demokratik, eşitlikçi, ekolojik, yerel meclislerin olduğu, kolektif bir devletsiz sosyalist düzendir. Her devrimsel süreçte yaşanılan toplumsal-sistemsel tıkanıklıklar kendi örgütsel araçlarını açığa çıkartarak aşılmıştır. Özgürlüğü düşleyen toplumsal kesim ve hareketlerin de bu süreci aşmak için kendi araçlarını bulup açığa çıkarma zorunluluğu bulunmaktadır. Hayatın her alanında özgür yaşam ideasıyla kendini tanımlayan birey ve toplumsal hareketlerin açığa çıkarılan araçlarla kendisinden başlayarak bütün bir çevreyi örgütleme olanağı ve yükümlülüğü ortaya çıkmaktadır.
*Ata Soyer Sağlık ve Politika Okulu Öğrencisi