Home / ARŞİV / Rojavaya Emek ve Sağlık Perspektifinden Bir Bakış-David Graeber-

Rojavaya Emek ve Sağlık Perspektifinden Bir Bakış-David Graeber-

Bütün ekonomiler nihayetinde insan ekonomisidir:
Ya da arkadaş olmayı en çok isteyeceğimiz türden insanları yaratacak maddi koşullar nelerdir?

Benden insan ekonomileri hakkında konuşmam istendi, aslında bu terim ilk olarak antropoloji ile ilgili bir kitapta ortaya çıkmıştı. Antropologlar, gözlemledikleri farklı ekonomilerde paranın farklı şekillerde kullanıldığını saptamıştır. Bizde de olduğu gibi birçok yerde para, öncelikli olarak mal ve hizmet satın almak için kullanılır. Ancak paranın sosyal ilişkileri düzenlemek için kullanıldığı ve hiçbir şeyi satın alamadığı yerler de vardır. Çoğu insana çok tuhaf ve yabancı gelen bir düşüncedir bu. Bu yüzden ben bunlara insan ekonomileri adını verdim. Ama daha geniş anlamda düşününce, aslında bütün ekonomiler insan ekonomisi gibi geliyor bana. Kapitalizmin enteresan yanı da, bize bunu unutturabilen tek sistem olması… Bu yüzden, Rojava’da bu konunun yoğun bir şekilde ele alınması karşısında şaşkına dönmüştüm.
Aralığın başlarında, Amude şehrinde yaralı YPG/J savaşçılarının kaldığı bir rehabilitasyon merkezini ziyarete giden heyetin içindeydim; kliniğin yöneticilerinden Agir Merdîn, tıbbi felsefenin aslında Rojava’da inşa etmeye çalıştıkları sosyal düzenin çok gerisinde kaldığını söyledi. Anlattığına göre, onların felsefesi esasında önlemeye yönelikti. Birçok hastalığın ortaya çıkış sebebini anlayabilmek için öncelikle sosyal etkenlere bakmak gerekiyordu (insan hayatını doğanın bir parçası olarak görüp “eğer kalp hastaysa, vücut da hastadır” düşüncesinden yola çıkarsak, sağlıklı bir topluma ulaşmadığımız sürece hastalıkları engelleyemeyiz); en önemlisi de stres, diye belirtiyor, örneğin, kentler %70’i yeşil alan olacak şekilde yeniden inşa edilse, stres yükünün ciddi oranda hafifleyeceğini, bununla birlikte kalp, şeker gibi hastalıkların ve hatta kanserin bile azalacağını söylüyor. Ancak meselenin doğayla bütünleşmekten ibaret olmadığını belirtiyor ve sosyal bağların önemini vurguluyor: yalnızlık ve sosyal tecrit, modern toplumlarda toplumsal kontrolü sağlamak amacıyla düzenlenmiştir. Bunu ifade etme biçimine hayran kaldım – buna “modern kölelik” dediklerini söyledi; geçmişte kölelik silah zoruyla gerçekleştirilirken, modern dünyada bir bakıma daha ilkel bir durum söz konusu, çünkü en azından eskiden esir alınıp satılarak tüm sosyal bağlarından mahrum bırakılan insanlar köle olduklarının bilincindeydi; şimdi ise bu tecrit durumunun özgürlük olduğunu sanıyorlar. Bu yalnızlık zamanla strese dönüşüyor ve stres bizi her tür hastalığa açık hale getiriyor.
Ancak sağlığı ve bedeni bu şekilde sosyal ilişkiler ağının bir parçası olarak görmek için topluma bakış açısında köklü bir değişim gerekiyordu. Yemekten sonra sigarasını içerken düşüncelere daldı ve “sonuç olarak, ‘üretim’ derken hep bir şeyleri yapmaktan bahsediyoruz. Ama herhangi bir sosyal sistemde üretilen en önemli şey her zaman insandır. Biz bu şekilde düşünüyoruz. Çalışmak en nihayetinde insan üretmek içindir.”
Bunu biraz şaşırtıcı buldum çünkü kendim de Değerin Antropolojik Teorisine Doğru adında bir kitap yazıp tam da bundan bahsetmiştim ama pek kimsenin okuduğunu sanmıyorum, hele ki Kürdistan’da. Bu yüzden bu fikirlerin nasıl oluşmaya başladığı bende büyük bir merak uyandırdı. Öyleyse biraz burada kullanılan argümanlardan bahsedip devrimci dönüşümlerle ilgilenenler için ne yönden faydalı olabileceklerini anlatayım. Özellikle insanların üretimi hakkında yazarken Marx’ın feminist okumaları bana ilham kaynağı oldu.
Her ne kadar çoğu Marksist – bazı Marksist feminist gruplar dışında – bunları unutmuş gibi görünse de, esasında benim doğrudan Marx’tan aldığım konu Marx’ın kapitalizm eleştirisinin temeli diyebiliriz. İnsanların üretimi ve bir şeylerin üretiminin önemine dair algımızı tamamen değiştiriyor. Eski çağda, demişti Marx, hiçbir yerde “toplum nasıl düzenlenmeli ki mümkün olan en büyük maddi zenginliği üretebilsin” şeklinde bir kitap yazılmadı. Bugünlerde ise eğer gösterişli salonlarda ciddiye alınmak istiyorsak neredeyse sorabildiğimiz tek soru haline geldi, oysaki eski yazarlara göre – ve bu günümüz çağdaş medeniyetleri dışında hemen hepsi için geçerli – sorulması gereken asıl soru en iyi insanları yaratacak koşulların ne olduğudur: komşu, arkadaş veya yurttaş olarak isteyeceğimiz türden insanları. Zenginliğin üretimi bu süreçte daha sonraki aşamalardan biri olarak kabul ediliyordu; zenginliğin fazlası tembelliğe ve lükse sebep olur, az olması ise insanların vatandaşlık görevlerini yerine getiremeyecek kadar meşgul olması anlamına gelir, vb. Marksistlerin bunu unutmasının sebebi Marx’ın kitabının düzeni. Kapitalist kategorilere yönelik bir nevi içsel eleştiri… Dönemin ekonomistlerinin kullandıkları terimleri benimsemiş ve Adam Smith, David Ricardo gibi yazarların haklı olduklarını varsayıp piyasanın gerçekten onların söylediği gibi işlediğini kabul etsek bile bunun ücretsiz emek olduğunu kanıtlamaya çalışmıştır. Politik (?) ekonomistlerin varsayımlarının doğruluğunu teslim etsek bile ben her şeyin tam tersine yıkıcı bir şekilde işleyeceğini gösterebilirim. Çoğu Marksist, Marx’ın çalışmalarını kutsal bir metin saydığı için bunun bir varsayım olduğunu unutuyorlar. Marx bunun kesinlikle doğru olduğunu söylese anında fikir değiştirebilirler. O aslında bunların doğru olduğunu düşünmüyordu ve kesinlikle kitabında ele aldığı sermayeye bakış açısını doğru bulmuyordu. Yani bu kategorileri düşünmeden yeniden üretmek gibi bir eğilim var ve bunlar zamanımızın baskın kategorileri haline geldi. Elbette antropologlar da bunun doğru olduğu kanısına vardılar. İnsanlık tarihi boyunca var olmuş birçok toplumda “ekonomi” diye bir kavram hiç olmamıştır.
Sebzeleri doğramaya ara verdiği sırada, Cameron kendisiyle röportaj yapan kişiye elbette yeniden seçilmek ve 2020’ye kadar dünyanın en büyük altıncı ekonomisini yönetmek istediğini, ama ondan sonraki 5 yıl boyunca böyle bir düşüncesi olmadığını söyledi. İşte ülkeyi yönetenler için Büyük Britanya bundan ibaret: bir ekonomi. Bu zihniyetin en uç hali ise Dünya Bankasında yetişmiş ekonomistlerin bazen çıkıp Afrika’daki nüfusun yarısının yakında AİDS yüzünden ölebileceğini ve bunun ekonomiye çok büyük zararlar vereceği için ciddi bir sorun olduğunu söylemesidir. Bir zamanlar ekonomi bir nüfusu hayatta tutabilmek için doyurmak, giydirmek ve barınma ihtiyacını sağlamanın bir yoluyken şimdilerde bütün bu insanların ölümüne üzülmemizin en büyük nedeni bunun genel mal ve hizmet üretimi seviyesine yapacağı etki.
“Ekonomi”nin “değer” dediğimiz şeye tekabül ettiği varsayılır – özellikle maddi değer tabi ki ama aynı zamanda parayla ölçülebilen herhangi bir şeyin değeri. Esas olarak bu, işgücünün para kazanmaya dönüştüğü bir alan olarak görülebilir. Sonuç olarak, Marx’ın ilk olarak gösterdiği gibi para tuhaf bir şekilde çifte bir rol oynuyor. Bir yandan para emeği temsil eder: çevremizi oluşturmak ve şekillendirmek için kullandığımız yaratıcı gücün değerini ölçmenin ve kavramanın bir yoludur. Mesela şu kadar yaratıcı emeğin değeri şu kadar paradır (dolaşımdaki toplam paranın belli bir oranı kadar) ve bir başka miktar da bu kadara karşılık geliyor gibi. Fakat sadece bir insanın eylemlerinin değerini ölçmeye yarayan bir sembol olmakla kalmıyor, aynı zamanda (pratikte) tam olarak temsil ettiği şeyi gerçeğe dönüştüren bir sembol görevini alıyor. Çünkü en nihayetinde yaptığınız işi yalnızca para almak için yapmış olursunuz. Sonuç olarak, bu tıpkı aynalarla dolu bir odaya benzer; “iş”in kendisi para kazanmak için yapılan şey olarak tanımlanırken, para en nihayetinde yapılan işin değerini temsil eder.
Değerler hakkında konuşmaya başladığımızda; aile değerlerine (politikacılar daima aile değerleri hakkında konuşur), dini değerlere, siyasi ideallere ve sanata yani tamamen emeğin metalaşmadığı alanlara değiniriz. Ödenmeyen başlıca iş biçimi ev işleridir. Dolayısıyla ev işlerini hiç işgücü olarak düşünmememiz beklenir. Fakat elbette ev işleri işgücüdür. Bu değerler değerdir çünkü özgündürler. Tekil olarak değer hakkında konuşabildiğinizde para bir değerdir, çünkü para her şeyi her şeyle kıyaslayabilir. Ancak emeğin metalaştırılmadığı değerler alanına geçerseniz, o zaman, aslında her değer değerlidir, çünkü başka bir şeyle kıyaslanamaz. Dolayısıyla, ailenizi ve din arayışınızı ne kadar ihmal edeceğinize dair bir formül oluşturamazsınız. Öte yandan, bu, kapitalist kategorileri almanın tehlikeli etkilerinin olduğu yerdir ve onları doğallaştırmak çok tehlikelidir çünkü radikal teoride bu bütün alana “üretken” emek denir. O neredeyse biyolojiktir, kapitalizm için gerçekten değer üretmeyen şeydir, bu nedenle talidir. Gerçekte ise bu emeğin ilksel biçimidir ve doğrusu yaptığınız şey talidir. Emeğin asıl biçimi ve toplumsal değer yaratımı birbirinin eseridir, biz de bu karşılıklı yaratımın projeleriyiz. Bugün kapitalizme ne olduğunu bir düşünürseniz, olanın finansallaşma olduğunu görürsünüz. Bütün bu inanılmaz derecede karmaşık değer biçimlerini üretiyorlar ve bu, askeri tahakkümün basitçe örtülme biçimidir. Finansal iktidar şefinin daima askeri iktidarlar olması çok önemlidir. Güney Amerika ya da Asya’daki ülkelerin bir şekilde Avrupa ve Kuzey Amerika’ya şeyler gönderdiğini ve bunun karşılığını almadığını düşünmemizi istiyorlar çünkü finansal araçların karmaşıklığı yüzünden bir şekilde kafaları karışmış durumda. Kimse gerçekte o kadar aptal değildir, aslında bu bir askeri denemedir. Finansın bir yandan yaptığı şey borç yaratmak için devlet gücüyle iş görmektir. Diğer yandan da feministlerin uzun zamandır işaret ettiği gibi ev içi emek veya sosyal üretim düzenlenir. Emeğin bu biçimlerini düzenleme ve idare etme konusunda farklı bilimlerin milyon tane formu mevcut. Temelde finansın yaptığı şey bu ölçü formlarını almak ve tüm topluma yaymaktır. Sonuç duygusal emek (çalışma esnasında her zaman mutlu olmanız beklenir) (?). Finansallaşma, aşkın, güvenin metalaştırılmasından başka bir şey değildir, tıpkı mikro kredinin aile bağlarını, yaratıcılığın biçimlerini alması ve milyon farklı yolla kodlarını çözerek metalaştırması gibi. Aslında değer konusundaki temel düşüncelerimizi yeniden formüle etmemiz gerekiyor.
Feminist Marksistlerin uzun zamandır dikkat çektiği gibi değer sisteminin bir diğer tehlikeli etkisi, neyin iş olup olmadığını tanımlamasıdır. Eğer birisi direkt nakit ödeme almıyorsa bu aslında hiç de “emek” değildir ya da politik ekonomideki terimlerle ifade edersek “üretken değildir” (kapitalistler için değerin üretkenliği). Marks’ın dinsel yazılara benzeşen metinlerindeki keşfin acayip etkilerinden biri bu mantıktır (Marks’ın, “dünyanın gerçekten kapitalistlerin dediği gibi işlediği argümanını doğru sayalım. Ben yine de bu sistemi yıkacak çelişkilerin üretileceğini gösterebilirim” sözündeki burjuva ekonomisinin terimlerine eleştiri olarak ifade ettikleri). Sonra bu hakikat olarak alındı çünkü Marks onu tanımlamıştı! Sonuç olarak örneğin kadınların bakım emeği, en üretken emek biçimi olarak ele alınmaktan ziyade sadece “üreme” (bu terimin üstü kapalı biyolojik tonlamaları ile) olarak muamele görüyor çünkü toplumun kendisi nihayetinde basitçe insanların karşılıklı oluşum sürecidir.
19. yüzyılda bir tür kavramsal devrim vardı. Bütün devrimlerin temelde ahlaki dönüşümler olduğuna gerçekten inanıyorum. Sağduyuyu ve hayatın, politikanın, gerçekte ekonominin ne olduğu hakkındaki en temel fikirlerimizi içeren politik sağduyuyu alıyorlar. Devrimci anları yaşadığınızda (Fransız Devrimi, 1848, 1917, 1968… Bunların hepsi, temel varsayımların bir çeşit küresel etkileşim içinde değiştiği anlardı) sağduyunun dönüşümü vardı. 19. yüzyılda, fabrika işçisini paradigmatik yaratıcı olarak hayal eden emek değer teorisi, işçi sınıfları tarafından benimsendi ve dünya çapında etkili bir kitlesel hareketlilik aracı haline geldi. Düşünce şudur; insanlar “dünya bizim yarattığımız bir şeydir, sadece var olan bir şey değildir. Her gün kalkıyoruz ve dünyayı yaratıyoruz. Peki, neden farklı bir dünya yaratamıyoruz?” diye sormaya başladı. Demek istediğim, bu bir paradoks çünkü hepimiz kolektif olarak dünyayı yaratıyorsak, neden özellikle sevdiğimiz bir dünya yaratmıyoruz? Hemen hemen hiç kimse aslında mevcut olanı sevmiyor, egemen sınıf bile sevmiyor. Bu, 19. yüzyılda ortaya çıktığı gibi sol düşüncenin de büyük bir paradoksudur. Çok sevmediğimiz bir dünyayı her gün kolektif olarak yaratıyoruz. Hatta kapitalizm ya mevcut bile değil ya da bize dayatılan bir şey ve onu biz yaratıyoruz. Her gün kalkıyoruz ve kapitalizmi yaratıyoruz, neden başka bir şey yaratamıyoruz? Devrimsel büyük soru budur. Bu önemli oranda zor bir sorudur ve bir şekilde tüm sosyal teoriler bu konuyla ilgilidir: “Neden bir sabah uyanıp başka bir şey yaratamıyoruz?” Dolayısıyla emek değer teorisi, bu soruyu ortaya atmanın ve cevaplamaya çalışmanın bir yoludur. Bu, sistemin bir şekilde defolu olduğunu kanıtladı; çünkü üretimin ne olduğu, insanların değil, şeylerin üretiminin mesele olduğu düşüncesi akıllara düştü. Sonuç olarak bir paradoks var. Hatta merkezi bir çelişki tarafından her zaman şu dikkate alındı: işçi sınıfı üyeleri eş zamanlı olarak kendi işleriyle gurur duyuyordu ve aynı zamanda çalışma düşüncesine karşı da isyandaydı. 20. yüzyıl boyunca kapitalistler, sürekli ve kararlı bir ideolojik saldırı ile bu eski ahlaki değeri girişimcilerin beyinlerince üretilen bir düşünceyle değiştirmeyi başardı ve bu iş aslında akıldışıdır, robotiktir. Bu nedenle kendi içinde ahlaki bir şey olmak yerine geçerli kılınan bir şey oldu. İş, karakter için gerekli bir şey olarak desteklenir ve kesinlikle zamanının çoğunu, özellikle sevmediği bir şey üzerinde çalışarak harcamayan birinin temelde kötü biri olduğu varsayılır. İşi bu şekilde değerlendirme sayısız paradoksu yarattı. Bu konuya “Saçma İşler Fenomeni Üzerine” adlı makalemde değinmeye çalıştım. Otomasyon, eskiden gerekli olan işin çoğunu yavaş yavaş yok ederken nüfusun daha uzun saatler ve daha yoğun çalışmasına neden oluyor. Herhangi bir sorunun çözümü olarak sunulan büyüme ve istihdam politikaları aslında milyonlarca faydasız, anlamsız idari iş üretti: uçsuz bucaksız stratejik vizyon yöneticileri, insan kaynakları danışmanları, lobiciler ordusu… İnsanları çalışır halde tutmaktan başka bir varlık nedeni olmayan tele-marketing ve şirket hukuku gibi sektörlere değinmiyoruz bile. Aynı zamanda, hemşirelik, aşçılık, çöp toplama, köprü bakımı ve benzeri lüzumlu görevler içeren verili bir işin ya da gittikçe artan bir şekilde en az bedel ödenen öğretmenlik gibi işlerin gerçek sosyal yararlılığı ile en yararsız ve hatta karşı üretkenlerin (her zaman, hiçbir şey yapmasalar bile iş başında harcadıkları sonsuz saatle övünen kişiler, mesela yöneticiler) en çok ödüllendirilenler olması arasında neredeyse mükemmel bir ters ilişki var gibi görünüyor.
Dahası, egemen ideolojiye göre bu, en azından ince bir düzeyde, tek doğru olarak görülür. Şirketler, farzı mahal birinin para dışında herhangi bir nedenle yapmak isteyeceği bir iş varsa (sanatsal tasarım, tercüme vs.), ücret ödemek zorunda kalmamalıdır (anlamsız bürokratlar alayına servet harcarken dahi). Dolayısıyla, öğretmenler ve hatta otomobil üreticileri fazla ödeme almış görüldüğünde, neredeyse “araba yapmanız veya çocuklara eğitim vermeniz gerekiyor! Bu gerçek bir iş! Ve şimdi yüksek maaş, iş güvenliği ve sosyal yardım da mı istiyorsunuz?” denilircesine popülist kızgınlık konusu haline gelirler! İşinizin yararlı olduğunu ve başkalarına yardımcı olduğunu bilmek bile, sapkın bir şekilde, işinizi daha tatmin edici hale getirmek ve böylece onun değerini eksiltmek gibi görülür!
Açıkçası burada ihtiyacımız olan şey, perspektifin tamamen tersine çevrilmesidir. Bana öyle geliyor ki; bunun gerçekleştirmenin tek yolu, emek değer teorisinin eski versiyonunu, toplumsal üretim, bakım emeği ve anlamlı herhangi bir üretici emek için paradigma oluşturan (başkalarına bakım ilkesinin bir uzantısı olarak ya da insanların birbiri için yaratıldıklarının karşılıklı olarak görülebildiği oranda maddi ihtiyaçların üretilmesi bile değerlidir) versiyonla değiştirmektir. Bunu yapmaya başladığımız anda, fabrika emeğinin azalması ile işçi sınıfının ortadan kaybolduğuna dair makul olmayan beyanlara rağmen; işçi sınıfının her zaman, Marx’ın döneminde bile, bakım veren guruplar olduğu açığa çıkacaktır. Öncelikle bakım verenler ve bakımdan sorumlu olanlar, hiç bahsi geçmeyen ama bir şeylerin yetişip, gelişmesine izin verecek ortamları yaratmaya katılan bahçıvanlar ve diğer emek verenlerin olduğu gibi (bu özellikle işçi sınıfı kadınları için geçerlidir ancak işçi sınıfı erkeklerin büyük yüzdesi için de her zaman geçerlidir.)
Bir insan ekonomisi anlayışına dayalı emek hareketi, yeni bir dünya hayalini nasıl kurdurur? İzin verin anlatayım. ‘Komünizmi” idealize edilmiş bir gelecek ya da belki uzak geçmişte var olan (ilkel komünizm) ve belki gelecekte bir gün tekrar var olacak olan olarak düşünüyoruz. Komünizmin temel olarak kolektif mülk düzenlemesi gerektireceği sanılmaktadır. Fakat mülkiyet düzenlemelerinin oldukça resmi, yasal tanımlamaları ortadan kaldırılırsa, yerine erişim biçimleri konuşulur- yani orijinal konsepte geri dönersek, “her biri kendi yeteneklerine ve kendi ihtiyaçlarına göre”, birçok işin zaten komünist çizgide örgütlendiğini görebiliriz bir işyerinde bir kişi boruyu tamir edip, “anahtarı bana ver” derse, diğer kişi, “bunun karşılığında ne alacağım?” demez. Esasen komünist ilkeler uygulanır, çünkü işe yarayan tek şey bu. Dolayısı ile kapitalizm kendisinin kötü bir komünizm örgütlenmesi olduğunu biliyor. Benzer şekilde, birbirine güvenen ve her zaman birbirlerine hep beraber kalacak gibi davranan, yakın herhangi iki kişi arasındaki bu çeşit bir komünist ilişkide, kimin kime ne verdiğinin hesabını tutmak saçma olur. Ve sonuçta, eğer bir kişinin bir düşman hatta bir yabancı olduğunu düşünmeden, çok ihtiyacı varsa (boğuluyorum) ya da küçük bir el atma ile ihtiyacı karşılanacaksa (“bana yolu tarif edebilir misin?” “ateşin var mı?) komünist ilkeler uygulanabildiğinden- tabii ki çoğu sosyal sistem, “ temel komünizm” denen ana kayanın ötesine uzanır, örneğin, herhangi bir çeşit gıda talebini hatta giysi talebini reddetmek imkansız hale gelir- komünizm tüm insan toplumsallaşmasının ana kaygısı olarak şekillenir.
Bu tür komünizm tek kaide değildir ve bana göre sadece bu kaide ile örgütlenen bir toplum hayal etmek neredeyse imkansızdır. Her daim diğerleri olacaktır. Fakat hali hazırda yaptığımız şeyleri yeniden düşünmek bu anlamda ilk adım olabilir. Bu bir anlamda, bakım işlerinin özünde olan birbirine açık uçlu sorumluluktur ve bu anlamda her türlü toplumsal değer biçiminin fark edilmemiş temelidir. Aynı zamanda önemli bir oranda komunizmde yaşıyoruz demektir. Sorun şu ki; var olan komunizm biçimlerinin demokratik koordinasyonunu oluşturmak, böylece insanların istedikleri sözleşmeleri birbirine gore şekillendirmek, yani bireysel ya da toplu olarak diledikleri değerleri seçmekte özgür bırakmaktır.
Zaten moral değerlerde bir dönüşüm yaşadık: 2011’de Tunus, Mısır, İspanya, Yunanistan ve ardından tüm dünyaya yayılan işgal hareketleri ile başlayan devrimlerle devrimci bir dönem yaşadık. Ve bunlar şiddetle bastırıldı. Fakat radikal demokratik hareketler başladığı andan itibaren artık devlet iktidarını görmezden gelirler. Demokratik bir toplumsal hareketin ne olduğu konusundaki anlayışımızda köklü bir değişim olmuştur, Rojava’da gördüğümüz şey budur. Ahlaki bir dönüşüm var, bir devrimin ne olduğu ile ilgili temel politik kategorilerimizde bir dönüşüm var. Ancak sanırım bununla daha ileri gitmek için, emek nedir kategorilerini değiştirmeliyiz. Nasıl ki 19. Yüzyılda, emek teorisi ve değerin üretim olduğu fikri inanılmaz etkiliydi. Her ne kadar tersine ikna etmeye çalışan sınırlar varsa da; emek anlayışımızı toplumun ne olduğuna bakmaktan başlayarak, insanın karşılıklı olarak yaratılış sürecine çevirmeliyiz. Bu sadece maddi bir dünyanın yaratılması değil, birbirimizin yarattığı şeydir, yaptığımız da budur. Bakım eğitimi birincil şeylerdir. Amsterdam’da ücretsiz bir eğitim hakkı hareketi biliniyor, Londra’da büyük bir öğrenci hareketi ortaya çıkmıştır. Önlerine koydukları ilk şeylerden biri, bize eğitimin amacının ekonomiyi iyileştirmek olduğunu söylemeleridir. Bu geri bir şeydir. Ekonominin amacı, eğitimi iyileştirmek, insanlara dünyayı anlama, şeyleri öğrenmek için boş vakit geçirme özgürlüğü vermektir. Bence eğitimi, birbirimizi yarattığımız dünyayı yaratan karşılıklı desteğe yönelen geniş kapsamlı sürecin bir parçası olarak alırsanız doğru olur diye düşünüyorum. Dolayısı ile bu şekilde dünyaya bakacak olursak, tabii ki bu şimdiye kadar yaşayan, dünyayı görmeyi başaran insanların çoğunun yoludur. Şimdi çoğu toplumda, iPhone’ların, gözlüklerin ya da diğer maddi nesnelerin üretimi için, yaratıcı insanların her birini yaratmak için harcanan uzun süreçler ile aslında sadece maddi üretim üstlenilmektedir. Böylece, insanların önemsediği şeyler fabrikada üretilenler ise eğer, fabrika emeği bir emek biçimidir, insanın ihtiyacı olan gerçekten yaralı olan şeylerdir, lakin bir çeşit ikinci derece formdur, insan hayatının temel işi nedir? Biz sadece birbirimiz ile ilgileniriz. Bence bunu yaparsak, kategorilerimizi dönüştürüp, dünyayı yeniden düşünürsek ve bunu sağduyu yaparsak gerçekten devrimi gerçekleştireceğiz.

David Graeber, London School of Economics’de antropoloji dersleri vermektedir. 2000 de Doğrudan Aksiyon Ağından 2011’de Wall Street’i işgal etmeye kadar iktidar karşıtı eylemde aktif yer aldı. Aynı zamanda, “Borç: ilk beş bin yıl”, “Kayıp İnsanlar”, “Doğrudan eylem: Bir Etnografya”, “Bir Anarşistin Antropoloji Parçaları” ve son olarak “Kuralların Ütopyası” adlı kitapları yazmıştır.

Çeviri:Arzu Türkmen-Ata Soyer Sağlık Ve Politika Okulu Öğrencisi



İLİŞKİLİ İÇERİK

Sağlık ve Politika Okulu yürüyüşüne devam ediyor!

[su_button url=”https://atasoyersaglikpolitikaokulu.org/basvuru/view.php?id=10110″ target=”blank” style=”flat” background=”#a80b0c” color=”#ffffff” size=”9″ wide=”yes” center=”yes” radius=”0″ icon=”icon: users” icon_color=”#ffffff” text_shadow=”0px 0px ...

Bir yanıt yazın