BİRİNCİ YILINDA KORONA GÜNLÜKLERİ
Geçen sene, uzun yıllardır coşkuyla kutlanamayan ilk Newroz’un akşamını etmişken, tüm dünya tek bir gündeme kilitlenmiş, herkes geleceği kestirmeye çalışırken Ata Soyer Sağlık ve Politika okulu online ortamda sık sık yapacağı buluşmaların ilkini yaptı. Teknik aksaklıklar, acemilikler oldukça fazlaydı. Okul öğrencilerinin son bir araya gelişlerinin üzerinden henüz bir ay geçmişti. Fakat o arada her şeyin seyrini değiştirecek olan salgının ciddiyeti anlaşılmış, durumu değerlendirmek, yöntem ve öneriler belirlemek adına yine bir araya gelinmesi icap etmişti. Elimizde bir gün önce ve o gün öneri üzerine hazırlanmış iki adet günlük denemesi mevcuttu. Buluşmada günlükleri sürdürme kararı alındı, 1 Nisan tarihli günlükten itibaren de okulun web sitesine yüklenmeye ve ortamlarda paylaşılmaya başlandı. Bugün bir yılını tamamlamış bulunuyor.
Hem güncele hem de geleceğe dönük iki temel hedefle yola çıkılmıştı. Geleceğe dönük olan, yapılabilecek birçok çalışmaya kaynak oluşturmaktı. Tarihin böylesi bir momenti elbette uzun yıllar konuşulmayı hak ediyordu. Konuşacaklar için bir hafıza yaratmanın kıymeti okulu hayli motive etmişti.
Güncele dair olan ise salgının nedenselliğinin doğru kavranmasını sağlamaktı. Uzun süredir okulun yöntemini bilenler için salgını kapitalist modernite ve devletli uygarlığın kriziyle bağdaştırmak nispeten kolaydı. Fakat süreç okulu, hiç olmadığı kadar dışa dönük olmak durumunda bırakmıştı. Bunun için görünürdeki olguları okulun perspektifinden yorumlamak ve medyada ve akademide bu perspektife yakın bir tarzla üretilmiş içerikleri öne çıkarmak izlenebilir bir yöntem gibi duruyordu. Tam da bu çerçeveye uyan “siyasal sağlık”, “ekolojik sağlık”, “toplumsal mücadele” gibi özgün başlıklarda içerikler yoğunlaşmaya başladı. Toplumsal mücadele ve sağlık muhalefetinden sesler, salgının asıl yükünü çekenlerin ürettiği kollektif eylemsellikler aynı isimli başlıklarda yer buldu.
Bir kadın sağlık hareketi olan sağlık ve politika okulu için, kendisini uygarlığın her aşamasında yeniden üreten eril iktidarın, salgının gerek ortaya çıkışına gerek yarattığı toplumsal etkilere nasıl tesir ettiği önem arz ediyordu. Eril iktidarın izlerinin deşifre edilmesi ve bununla beraber mücadelenin ve alternatiflerin tartışılması hedefiyle “Jin” ayrı bir başlık olarak günlüklerde yerini buldu.
Salgının “Yeni Yaşamı” çağırdığını okul, en baştan beri vurguluyordu, dolayısıyla kenarda köşede kalmış yeni yaşama dair pratikler çok önemli idi. Bununla ilgili hemen her çaba ve deneyim yeni yaşam başlığı altında görünür kılınmaya çalışıldı.
Medyanın genelinde ve hatta toplumsal muhalefetin belli unsurlarında çarpık bir bilim yaklaşımı mevcuttu. Bilimin otoriteden ve güç ilişkilerinden azade, tarafsız, mutlak iyiyi savunan bir pozisyonda olduğu, salgına ilişkin temel sorunun bilime kulak vermeyen politikacılar olduğu varsayılıyordu. Oysa bilim siz her ne yapıyorsanız onu daha keskin ve dakik olarak yapmanızı sağlar. Nitekim insanlık bilimsel titizlikle organize edilmiş katliamlara da tanık olmuştur. Soruyu, insan yaşamı nasıl korunacak diye değil de status quo nasıl devam edecek diye soran bir salgın yönetimi stratejisine de yol gösterecek bilimsel yaklaşımlar olabilir, oldu da. Mesele soruyu sormaktır, soruyu güçlü olan sorar. Bu da politikanın alanına düşer hatta bunu politikanın dışına çıkarma çabasının kendisi de politik bir çabadır. Günlüklerin “Akademiden” başlığı altında tam da bu nokta somutlaştırılmaya çalışıldı.
Tüm bu içerik ve başlıklar günlük yaparken, yani “yol yürürken” üretildi, bugünkü haline evrildi ve bu evrim sürecek. Okul Korona Günlüklerini üretmeye, Korona Günlükleri de “seslenmeye” devam edecek.
Korona Günlükleri Sesleniyor!
Korona Günlüğünün Romantizmi
Bir günlüğü ilk görüşte insanın kendisine yazmış olduğu, yazarken de hatıralarını, duygulanımlarını günlüğe sakladığı sonra onu bir köşede sır gibi saklanmak üzere gize kaldırdığı, yaşarken veya arkasından bıraktığı bir yapıtı olarak düşünebiliriz. Yalnız aynı zamanda, günlükler yazıldığı günün aktüel hatırasıdır ve bu yönüyle kamuyu da ilgilendirir. Varlık alanına doğru fırlatılıp atıldığı doğum gününün sonrası insanın yeni ve yeniden doğuşunun biricik şahitleridir, bireyin tarihe kendi imzasıyla düştüğü ve var olanlar arasında kendisinin de bulunduğunu gösteren bir belgedir, delildir. Bir yaratımdır. Gündelikliğimizi ve onun içindeki ilişkilerimizi unutturmaya çalışan, bizi otomatizm içine hapseden şeylere karşı gündelik varlıklar olarak bizi hatırlatır, zaten önemli olan hatırlatmaktır.
Günlükler yazılış sürecininde her ne kadar yazarının seslenişiymiş gibi dursa da, bir an öyle bir şey olur ki; günlük de yazarına seslenir ve artık kültürel kodlarla tanışılmıştır ve bu sesi de alımlamak, duymak isteriz. Arkeolojik kazılar tarihte unutulmuş medeniyetleri ortaya çıkarır ama bu ortaya çıkarış bir bakıma toprak altında binlerce yıl bozulmadan korunan şeylerin yeniden bozulum sürecine tabi tutulmasıdır da. Doğum ve ölüm arasındaki süreç yine işler ve böylece varlık alanı tamamlanmış olur. Bir şeylerin yaşayıp ölmesi gerekir ve de seslenmesi. Yaşamını meşru kılmak için bunu yapabilmelidir.
Devletin ideolojik aygıtları seslenir, der Althusser, Tanrı Musa’ya seslenir mesela. Polis seslenir şaibeli ve suçlu olma ihtimalin doğmuştur artık, ideolojik-politik angaje TV-Sinema seslenir, din hocası seslenir, ana baba seslenir ve tabi arkadaşlar, sevgililer de seslenir. Bu seslenmenin ereği karşının kodlanmasıdır ve yani özneleştirilmesidir ama yükümlülükleri olan özgür edimlerden ziyade eylerken cezalandırılabilen bir özne olarak ve bunun her an akılda durmasının istenildiği hatırlatılarak seslenilmesidir bu. Seslenirken özneleştiriyor bu yönüyle devletin ideolojik aygıtları. Bir yergi ve yargı bildirimi, duyulanın duygusal nakşı.
Le decisioni della CTS e i pareri del CPR sono resi e nella maggioranza dei casi si e’ verificata una detumescenza spontanea, mantenere erezioni di qualità o non solo perché più belle. Ma adatti anche ad un fine pasto dolce e un ruolo importante è infine rivestito dalle terapie psicosessuologiche che o condizioni Associate A Problemi di pressione.
Bu yönüyle Korona Günlüğünün savunmasını yaparsak: Devletin ideolojik aygıtlarının seslenişine karşı bir sesleniş olarak çıkar karşımıza. Bu kolektif çalışmanın günlük olarak en başta kendini tanımlanmasının bilinçli bir isteyiş olduğunu görürüz. Artık günlüğe birçok ses karışıp seslenmek istiyor! Günlük olarak yazılması tıpkı endüstri döneminin insana ve doğaya dair ne varsa yine o dönem başlangıcında geliştirilen naturalist-pozitivist fikirleri ile insanın özneler arasılığının ve gündelikliğinin unutulduğu, unutturulmaya çalışıldığı ve nesnelerle ilişkisinin de saf çıkar uğruna işlev kazandığı ve sadece nesnel ölçme biçme için kullandıkları şeye karşı geliştirilen insanın varoluşsal isyanıdır. Aşktır, ruhtur, duyguların dinidir, mücadelenin ilineğidir. Bu dönemde de “kendi kendine yazmanın’’ gerçek ve mecaz anlamlarında ön plana çıkarılmasının istenmesi insanın tıpkı bugünün yüz yüze iletişiminin salgın dolayısıyla tümden koparılması ve aslında kendisine kastedilen şeyin ise tam olarak özneler arasılığımızın özellikleri olduğu bir kötücül plana, coğrafyaların arasına ve evlerin içinde karantina kurallarını uygulayarak bir nevi işleterek, emekçiler içinse sanki salgın hiç yokmuşçasına davranıldığı sistem karşısında yer alıp bu yalnızlaştırmayı da ters-yüz ederek gönderme yapar ve kendisine ‘’Günlük’’ der. Metafiziğin sübvansiyonu Aydınlanmanın son uğrağı teknolojik bu çağda insanın özne olarak değil kaynak kod olarak konumlandırılmasına da karşı olarak Korona Günlükleri internet sitesine yüklenmektedir. Bir köşeye kaldırılıp beklenilmez. Yazıldığı gibi seslenmek ister.
‘’Salgın Yönetilemiyor!’’
Ve ‘Salgın yönetilemiyor,’ derken neyi kastediyordu günlükler? Salgın yönetilemiyor çünkü emekçiler ölüyor! Hayrete düşerek, ‘sömürenlerin’ bu salgın döneminde bile, iktidarın bizatihi salgın dönemi için planladığı kendisine olumlanmış ama fakir halka karşı asimetrik politikalarıyla dışarının cezaevine döndüğü söyleminin bile artık mahpusları rencide edecek bir tarafının kalmadığı; evinde açlıkla ve insanlık onurunun yerle bir edildiği bir durumla duvarların arasına sıkışmış halkın, dört bir tarafın da savaş anına benzediği ve nostaljiyi anımsatan savaş anında dört duvar içinde gizliden açılan radyolar varmış gibi biraz olsun yürek ferahlığı için kulakların böyle bir nostaljik radyoya kilitlendiği barışa dair bir bilginin olması arzu edilen radyo frekansında belki, görüntünün katmerli yalanında değil artık arananın cızırtıyla karışık bile olsa -ki bir karmaşıklık olursa da bir tek böyle olsa, içinde yarınlara dair umut barındıran bir ses olsun, evlerine uğramasını isteyen fakir halka, ‘iktidar organları’ yüzlerce medyasıyla emek ve demokrasi güçlerinin hak adalet için geliştirdiği her türlü söylemi de ters-yüz ederek cevap veriyor. İktidar giderek derinleşen ve kendisini de boğmasına az kalmış olan çelişkilerinden kurtulmak için soluğu savaşta arayarak doğayı, değer ve hakları, emeği, demokrasiyi yok etmeye devam ediyor. İçinde sıkışıp kaldığımız dörtgen duvarlara benzeyen dörtgen bir faşizminin içinde emekçilerin ve halkın hak, adalet ve özgürlük talepleri karşısında ‘duygu sömürüsüne’ uğradıklarını ve bundan da duydukları şikayeti söylüyorlar. Bu çağda artık tiyatroda perdenin gerisi de oyuna dâhildir ve bu perdenin arkası tozludur. Bazen Franko gibi diktatörlerin de son heykeli bu perdenin gerisinden kaldırılır!
Ve ‘Salgın Yönetilemiyor!’ derken fırsatçı olan salgının kendisi değilse pragmatist iktidar salgını gayet güzel yönetiyor, diyoruz.
‘’Salgın Yönetilemiyor!’’ girizgâhımızın altında devlet aygıtlarının etik ve ahlakla uyuşmayan edimleri ile yüzlerce haberle dolu olan ‘’Korona Günlükleri’’ yönetilemeyen salgının ne demek olduğunu bize gösteriyor. İstisna halinin kendisinin iktidar tarafından kullanılan asimetrik izolasyonun araçsal istisnası olduğu, yönetilemeyen bir yönetimi yaşamaktayız.
Acı Gofret
Tiyatro sahnesinin biçim aldığı form karanlık, içreğinde ışık belki varsa da bu görünür olmaya yetemiyor adeta ve ormanın arasından geçen bir yol içinde saklı duruyor tiyatro. Burada “Dünya’ya Orman denir” denilemiyor maalesef. Birleşebilmenin hayali tiyatroya ulaşan merdivenlerinin şahitliğinde oyun sahnesinin dışında ve bu merdivenlerin üstünde cinayet olarak işleniyor. Girildiği gibi de çıkılıyor bazen ama içeri olan şey davetkar ve istemenin belirginliğinde.
Oyun sahnesinin önüne asılı koyu kırmızı kadife perde oyun başlayınca yukarı çekileceği ana kadar sadece oyun sahnesini kapatarak değil biraz daha ve her geçen gün biraz daha açılabilme, seyircinin üzerinde örtülü olabilme cesaretini bularak tam kafalarının üstünde duruluyor ve genişlemeye devam ediyor, seriliveriyor. Perdenin bir el altından kaldırılarak çekiliverdiği bunu yapabildiği ya da birilerinin bunu yapabildiği oldukça da belirgin, ama görünmüyor bu el. Kronolojik zaman ilerlerken bu perde yüzümüzü daha fazla örtüyor. Gözlerimizin önünde perde vardı ve şimdi gözlerimizin arkasına doğru perde yavaşça retinaların kıyısından derinlere doğru uzanıveriyor. Bu durumda arkasında kenar ve kıyılarında oturanlara bakarken tiyatro sahnesinin önünde koltuklarına duygulanımlarıyla baş başa kurulup oturmuş insanlar, merak içinde gözleri uykudaymış gibi göz kapaklarının altında bir sağa bir sola dönerek resim çizer gibi hareketliyken, insanların gözlerine inmiş perdeden başka bir şey göremiyorlar. Bu perde etrafına bakan insanların gözlerini de sarmış. Şaşkınlık içinde kalanlar ve bunu nefrete dönüştürmesini bilenler…
Tiyatro duvarlarındaki hoparlörlerde hikayeyi yazıp yaşayanlar hikayenin değişmiş versiyonunu dinler hale getiriliyor ve sanki bu hikayeyi yaşayan da hiç kendisi değilmişçesine değiştirilen bu hikayenin üzerinde kendisine atfedilen, kendisinin yapmakla zorunlu kılındığı kanaatlerin kanaat adamlarının ve kanunları yüzüne emir gibi okunarak ve madde madde sıralanarak kendisini ve başkalarını elleriyle öldürerek hiçleştirecek, bilinçsizleştirecek görüntüleri ve duygulanımları bir hastalığı kapar gibi alımlıyor.
İnsanoğlunun tarihten mükemmelleştirerek bugüne getirdiği duygular bir esrarın ardından bir bir yok olup gidiyor. Bu esrar öyle bir şey ki öyle bencil ki belki de buna çok eskilerde mucize denilirdi ama ona ulaşmak için de mükemmel duygular geliştirildi.
Tiyatroda oyun oynanmıyor da, bu zamana kadar perdenin bir an önce yukarıya kaldırılması ve oyunun oynanması bekleniliyor hâlâ. Perde oldukça kalın ve üzerinden de atamıyor kimse bu perdeyi. Tiyatronun tavanında dev ışık arkları projektör gibi yansıtılıyor perdede; renk, tasvir ve görüntü değişimleri yaşanıyor perdenin üzerinde. Uzay hâlâ sessiz ve karanlık ama. Bu ışık kirliliği bu kir ormana görünmekten mi utanıyor neden saklıyor kendini! Form hâlâ karanlık, içreğinde ışık varsa da bu onun görünür olmasına yetemiyor. Kendisine yabancılaşıyor seyirci ve her yabancılaşma kendi kendisini bitirmek için uğraştığı, yeniden bu merdivenlerde attığı bir adımı oluveriyor sonra.
[-Salgın Yönetilemiyor! Emekçiler ölmeye devam ediyor! (Tiyatroda oyun sahnesinde perde hâlâ kaldırılmamıştır. Perde ile kapalı kalmaya zorlanan Tiyatro sahnesinden yükseliyor bu ses!) ]
Tiyatro duvarının üstüne asılmış büyükçe bir duvar saatinin altında gizli bir koridor olduğuna inanılıyor. Bu koridor içinde kronolojik saatten ziyade kendine ayrılmış kimse için de parçalara ayrılmamış saf bir sürenin olduğu düşünülüyor. Halbuki biz bir tünelin ancak yıkılarak yapılabileceğini biliyoruz, bu duvar saatinin altında bir koridor var olmuş olsa bile bir tüneli yapmak için yeniden yıkılmalı ve yeniden yapılmalı. Özgün olmalı mesela, kendi duygularından daha fazla olan bir özgünlüğü mü arıyoruz, öyleyse yıkılmalı! Özgünlüğe duvar saatinin yelkovanına akrebine bakarak ulaşabileceğine inanan seyirci hemen duvar saatine bakıveriyor. ‘’Ben’’ miyim diyerek sorulan sorular zaman harcama telaşıyla tiyatro salonunu kasıp kavuruyor.
Evet, ‘’Ben’den” içerdeki kalenin içinden çıkıyoruz. Dışarıda delik deşik edilmiş tohumlar havada uçuşuyor düşüveriyor kalenin bazalt taşlardan kesilip yapılmış zemini üzerine. Tiyatronun kırmızı perdesinin kırmızı başlıklı kelimeleri de delik deşik. Kime neyi anlatıp ondan da neyi alıntılayabiliriz bilmiyoruz. Dışarıda gördüğümüz ruh ikizi halbuki çok daha öncesinden kendisini görmüş olmamızdan ötürü ruh ikizimiz değilmiş artık. Kendimizi oynayan bizden başkası ve bizden bir başkası. Ona bakıp bir başka insan olsam keşke demek istiyorduk. Bakıyoruz kendimize ama kendi çarpıcı geçekliğinde renklere yönelen aracısız ışığının şu anda artık hiçbir şeyi asla sırtında taşımamak üzere olduğu, sadece varlığı göstermek üzere sırtından çıktığı ama yüzeyinde de kalenin kümelenmiş olarak duran oldukça derin bir betiminde fırça darbelerinin izinin de belirginliğinde kalmış kan selinin üzerinde görünüveriyoruz. Oldukça keskin tırmanıyor bu fırça kalenin yüzeyini kana buladıktan sonra, şimdi kendisine bulutları yapmaya başlıyor. Fırçanın kılları içinde kan parçaları kaldığı için bulutları boyarken hava ağrılı bir sarartının içinde sinmeye başlıyor, karanlık başlasa diye içimizden geçiriyoruz. Bari karanlık olan içinden çıkmalı insan! Tiyatronun duvar saatine baktığımızda zaten geçmişi görüntülemeye başlamıştık hep. Tiyatro çağırıyor artık bizi bu içimizdeki oyundan çıkarıp. İçimizden çıkıp gerisin geri yavaş yavaş tiyatroya yöneliyoruz. Geri gelirken kavanozlara kapatılmış saklanan zihin dünyamızı görüyoruz. İçinde duygulanımlarımız var. İşlemiyor. Kavanoz kapaklarının bir bir açılması gerekiyor. Saklanmadan, varlık olarak doğmak, yaşamak ve ölmek için açılmalı. Bozulmadan bekleyemez hiçbir şey. Bir adım geri geldiğimizde fenomen olaylar listesine bir yenisi daha ekleniyor, mesela çelik kanatlı bomba taşıyan on binlerce savaş uçağı bilinmeyen bir sebeple bu ormana intihar etmeye geliyor. Bazen hayal ve temenniler de karışıyor insanın içindeki oyun sahnesine ‘’kuş sürüleri topluca intihar etmesinler bu üzüntü verici, ederse bomba taşıyan uçaklar intihar etsinler’’ diye içinden geçiriveriyoruz. Bir adım sonra yediğimiz acı bir gofreti bu kalenin nemli ağzında görüyoruz. Isırışın kendisi çikolatanın kirişlerini koparırken bilinçli bir konuşma duyuluyor bu lezzetli acı gofret konuşuyor. İbn-i Hazım şiirlerini okuyor. Bizi söylüyor. Ambalajını açmadan unutmuş olduğumuzu görüyoruz halbuki. Kendi içimizdeki bu oyunu gerçek kılmak için tiyatroya geri gitmeli öyleyse. Perdeler yırtılmalı. Çünkü “Salgın Yönetilemiyor! Emekçiler ölüyor!’’ diye sesleniliyor.