DOĞA ÜZERİNDE İNSANLIĞIN TAHAKKÜMÜ-Mahfuz Amed

Kapitalist Modernite ve Ekolojik Tahribat

Kapitalist modernitenin üçlü sac ayağı olan ulus devlet, endüstriyalizm ve kar maksimizasyonu (azami kar) insan eliyle doğanın yok edilmesini, ekolojik tahribatı derinleştirmiş ve gezegen yok edilişe sürüklenmiştir.

Endüstriyalizm ve kar maksimizasyonu ikilisi doğayı sınırsız bir hammadde kaynağı olarak görür. İstediği her türlü hammaddeyi istediği zaman, dünyanın neresinde olursa olsun kendi çıkarı için kullanmakta beis görmeyen bir iktidar-sömürü ilişkisi, sermayenin iktidarı mevcuttur. Hammaddeye enerji de dahildir. Yer altı ve yer üstü tüm varlıklar kapitalist modernitenin emrindedir. Enerji üretimin mümkün olduğu her şeyden sınırsız yararlanma sermaye için vazgeçilmezdir. Yine atıklar için de doğa, karşılığı ödenmeyen, maliyet kalemi olmayan bir rezervuardır. Bu iki dinamik, ekolojik tahribat için belirleyici unsurlardır. Bilindiği gibi her ikisi için de seçilen coğrafyalar sömürge coğrafyalardır. Öyleki bu coğrafyalar üçüncü dünya ülkeleri diye adlandırılır ki zaten gözden çıkartılmıştır. Bunlar sınırsız hammadde kaynaklarıdır ve atık depolarıdır. Atıklar öyle bir hal almıştır ki, tehlikesi herkes tarafından bilinir hale gelmiştir; sömürge de olsa hiç bir ülke atık deposu olmaya gönüllü değildir. Bu gönülsüzlük de atıkların ticareti ile aşılmıştır. Sömürge-yarı sömürge coğrafyalar para karşılığı her türlü atığı (nükleer, plastik vb.) kabul eder hale gelmiştir. Bunlara sera gazı emisyonlarının para karşılığı transferi de eklenmiştir.

Endüstriyalizm ve kar maksimizasyonu için diğer bir dinamik de üretim-tüketim retoriğidir. Burada devreye bilim ve medya girer. Endüstri toplumunun temel düsturu olan kar için üretime geçmiş olma ana belirleyicidir. Üretimde verimlilik her zaman en temel slogan haline gelmiştir. Üretimde verimliliğin artmasının yolu daha fazla üretmekten, daha fazla üretim işçisini daha çok ve daha etkin çalıştırmanın yanında bir de makina kullanımından geçer. Makine, üretimi hızlandıran en temel üretim aracıdır. Makine ile sağlanan yarar zaman içinde gelişmiştir. Otomasyondan yapay zekaya giden üretimi artıran ve hızlandıran bilimsel teknolojik gelişmeler, bilimin sermaye lehine kullanımı ile mümkün hale gelmiştir. Günümüzde üretim elektrik, telekominikasyon ve bilgisayar (chip) teknolojisinin kullanımıyla çok hızlanmıştır. Hızlanma ürün çeşitliliği ve miktarını çok artırmıştır. Aynı zamanda hızlanma yaşamın, ulaşımın, dağıtımın vb. hızlanmasına da olanak sağlamıştır. Dünya bir köy haline gelmiştir.

Üretilenlerin kullanılması, tüketilmesi çok önemli bir hale gelmiştir. Bu durum, başta kentte yaşayanlar olmak üzere bağımlılıklarının ve tüketim arzusunun artırılması ile mümkün hale gelmiştir. Endüstri toplumunun yuvalandığı kentler temel yaşam alanları haline gelmiş, çok büyümüştür. İnsanların gereksinimlerini karşılama ve yeni gereksinimler yaratma ile tüketimi teşvik eden erken dönem kapitalizm, günümüzde carpe diem (anı yaşa) ideolojisi ile tüketim için yaşar hale gelmiş, tüketim toplumuna dönmüştür. Neoliberal kapitalist dönem ile birlikte yerel değil küresel düzeyde ihtiyaçların karşılanması ön plana çıkmıştır. Yerelde üretim başta tarım alanı olmak üzere sınırlandırılmış, anlık fiyat avantajı ile küresel düzeyde bağımlılık geliştirilmiştir. Kendi tarlasında buğday ekemeyen köylüler, dünyanın ta öteki ucundan buğdayı satın alır hale gelmiştir. Dağıtım sektöründeki hızlanma tüketim toplumu için vazgeçilmez olmuştur. Burada bilimin yaşamı kolaylaştıran araçları üretmesi ve medyanın tüketim toplumu inşasındaki rolü belirleyici olmuştur. Sosyal-iktisadi bilimleri de tüketimin kışkırtılmasında rolü azımsanmayacak ölçüdedir. Her an her yerde her koşulda tüketim olanağı geliştirilmiştir. Pandemi koşullarında dahi kışkırtılmış tüketimimiz hız kesmeden devam eder hale gelmiştir. Tüketim toplumun kentleri obezleşmiş, kanserleşmiş ve doğayı tahrip eder hale gelmiştir. Bağımlılıkların karşılanması, daha fazla tüketmek için daha fazla çalışma, daha fazla hareket etme, daha fazla talep etme gündelik yaşamın vazgeçilmezi olmuştur. Tüketim toplumu sadece gelir durumu iyi olanlarla sınırlı olmamış, yoksulların satın almasına yönelik ürünlerin üretimi neredeyse en fazla yoğunlaşılan pazar dinamiği olmuştur. Herkesin ‘tüketmesi’ vazgeçilmezdir. Tüketme ham madde, enerji ve atıktan bağımsız düşünülmemelidir. Sınırsız ham madde kaynağı ve enerji ihtiyacı doğanın tahrip edilmesi ile eş zamanlı bir seyir izlemiştir. Günümüzde her ikisi de sermaye birikimi adına doğanın sömürgeleştirilmesinin aracı olmuştur. Ham madde ve enerji adına tüm doğal kaynaklar (yer altı ve yer üstü) devreye sokulmuş, doğanın tahribatı daha da hızlanmıştır. Tüketim adına kentler inşa edilmiş, yıkılmış ve yeniden inşa edilmiştir. Kentin her bir köşesi tüketim adına işgal edilmiştir. Daha konforlu bir yaşam, hatta daha ekolojik yaşam adına akıllı kentler, akıllı evler, akıllı fabrikalar ile işgal devam etmektedir. Endüstriyalizm ve kar maksimizasyonun itici güç olduğu kentler, kentsel yaşam ve kent toplumu tüketimin ana üsleri olmuş, bu üsler kırlara kadar sızarak kırlardaki yaşamı da belirler hale gelmiştir.

Kentsel dönüşüm sadece tüketim toplumu ile açıklanamaz, doğrudan inşaata dayalı sermaye birikiminin kapsamında da değerlendirilmelidir. Mega inşaatlarla (baraj, otoyol, yeni yerleşim alanları, AVM’ler, turizm bölgeleri, şehir hastaneleri vb.) toprakların-tarım alanlarının işgal edilmesi, ormanların yok edilmesi, tarihi ve kültürel varlıkların yok edilmesi hızlanmıştır.

Sermaye tarafından koşullanan üretim-tüketim ilişkisinin sonucu olarak ormansızlaştırma, tarım alanlarının yok edilmesi, biyoçeşitliliğin yok edilmesi gibi devasa ekolojik tahribatlar ile gezegen yok edilişe doğru gitmektedir. Doğa -ekolojik tahribatı sadece fiziksel varlıklar ile düşünmemek gerekir, canlı varlıkların tümü sermayenin tahakkümü altında sömürgeleştirilmiştir. Hayvanlar, bitkiler sömürgeleştirilmiştir. Endüstriyel hayvancılık ile hayvanlar doğal yaşamlarından kopartılmış, yapay bir ortama taşınmış, yaşam döngülerine müdahale edilmiş, yapay besinlerle, antibiyotiklerle ve kimyasallarla asimile edilmiş, hayvanların özgür yaşamı insanların ihtiyaçlarını (beslenme, giyinme vb.) ve tüketimini karşılamaya yönelik tecride dönüştürülmüştür. Hayvanların özgür yaşamlarına müdahale son dönem yabanıl yaşama müdahale şeklinde gerçekleşmiştir. Yaban hayvanlarının ticareti, yaban hayvan eti yenmesinin popüler hale gelmesi ve yaşam alanlarının değişik amaçlarla (tarım, barınma, turizm vb.) işgal edilmiş, ormansızlaştırma aynı zamanda yabanıl hayata müdahale olarak da karşımıza çıkmıştır. Endüstriyel tarım uygulaması ile açılan yeni tarım alanları, tek tipleştirilmiş ürün ekimi, aşırı gübre, antibiyotik, tarım ilacı ve pestisit kullanımı ile topraklarda anlık kazançlara odaklanılmıştır. GDO’lu ürün yetiştirme ve endemik türlerin yerelliklerinden kopartılarak yaygınlaştırılması yeni tehditler olarak gündeme gelmiştir.

 

Kapitalist düzenin son birkaç yüz yıldır koruyucusu konumda olan ulus devletlerin hakimiyetini sürdürmeye ve sistemini korumaya dönük güvenlik politikaları birçok ekolojik saldırıyı da beraberinde getirmiştir. Özellikle savaşın yoğunluklu yaşandığı ve genelde sömürge toplumların yaşadığı bölgelerde, güvenlik politikaları adı altında kırsal alanlarda çıkan yangınlar birçok canlıyı öldürmekte, o bölgedeki bitki örtüsüne zarar vererek uzun süreli kuraklaşmaya sebep olmaktadır. Son yıllarda Dersim coğrafyasındaki orman yangınları buna sadece bir örnektir. Yapılan barajlar; o bölgede olumsuz iklim değişikliklerine yol açmakta, birçok canlının yaşam alanı yok edilmekte, bulunan tarihi dokulara da büyük zarar verilmektedir. Son süreçte bunun en çarpıcı örneği de yine bir güvenlik politikasıyla, Dicle Nehri üzerine yapılan barajla Hasankeyf’in sular altında bırakılmasıdır.

 

Ekolojik Tahribat Ve Sağlıksızlık

Doğanın yok edilmesi başlı başına bir sağlıksızlıktır. Biyoçeşitlilik başta olmak üzere ormansızlaştırma, yaban hayatının ve endemik türlerin yok edilmesi, yapay çevre inşasının tümü gezegeni tehdit eden sağlıksız hallerdir. Doğanın bir parçası olan, doğa ile etkileşim içinde olan insan da ekolojik tahribattan etkilenecektir.  Bu etkilenme tüm canlı ve cansız varlıkların etkilenmesinden az değildir.

Doğayı bütünlüklü görmeyen insan merkezli çevre sağlığı anlayışı konuyu hava, su, toprak ve gıda kirliliği başlıklarında ele alıp, insan sağlığı üzerine olumsuz etkilerini tartışır. Burada da konu sıklıkla neoliberal sağlık reformlarının etkisi ile merkezi kapitalist ülkelerin (erken kapitalist) ülkelerin sağlık sorunlarına odaklanmış olarak Bulaşıcı Olmayan Hastalıklar (BOH) başlığında ele alınmaktadır. BOH başlığında da kalp-damar sistemi hastalıkları, solunum sistemi hastalıkları, kanserler ve sinir sistemi hastalıkları (Demans, Alzheimer) başlığında erken ölümler olarak gündemleştirilmektedir. Ekolojik kirliliklere bağlı olarak yılda 9.5 milyon erken ölümün gerçekleştiği, insanların normal potansiyel yaşamını yaşayamadıklarına dem vurulmaktadır. Bu minvalde de hava kirliliği 6.5 milyon, su kirliliği 2.5 milyon erken ölüm ile gündemleştirilmektedir. Ekolojik kriz daha çok iklim krizi ya da küresel ısınma ve buna bağlı gelişen sağlık sorunları olarak tartışılmaktadır. BOH kapsamında kentsel yaşamın dayattığı yaşama bağlı psikolojik hastalıklar, yabancılaşma her nedense gündeme alınmamaktadır. Daha çok kapitalist tıp için büyük pazar olan yukarıda sıralanan hastalıklar BOH kapsamında sıklıkla değerlendirilmektedir. Oysa kentsel yaşamın dayattığı yapay çevrede, daha fazla tüketmek için aşırı çalışan, günün büyük kısmı fabrikalarda ve ulaşımda geçen, apartmanlarda tecrit edilmiş yaşam kendi başına en büyük sağlık sorunudur.

Bulaşıcı hastalıklar, kadın sağlığı, çocuk sağlığı, beslenme sorunları, iş kazaları ve meslek hastalıkları vb. tıbbi durumlar demografik dönüşüm öncesi, politik dille söylersek erken kapitalizm dönemi hastalıkları olarak ele alınmaktadır. Yine bu sorunlar ‘kapitalist gelişmeyi’ tamamlamamış, demografik dönüşümünü gerçekleştirmemiş üçüncü dünyanın sorunları diye samimi olarak gündeme alınmamaktadır. Eşitsizlik temalı yazılarda örnek olarak sunulmaktadır. Oysa ekolojik tahribattan en çok etkilenen ülkeler sömürge coğrafyalar olduğu bilinmektedir. BOH dahi büyük oranda gelişmeke olan-az gelişmiş diye tanımlanan sömürge-yarı sömürge (bağımlı, perifer) ülkeleri etkilemektedir. Ekolojik tahribata bağlı bulaşıcı hastalıklar da hem erken hem de geç kapitalist ülkelerde olsun işçileri, halkları, ötekileştirenleri daha çok etkilemektedir.

 

Ekolojik Tahribat Ve Bulaşıcı Hastalıklar/Salgınlar

Covid-19 pandemisi ile birlikte tüm dünya ekolojik tahribat bulaşıcı hastalık ilişkisi ile yüzleşmiş oldu. İki binli yıllarla birlikte daha da artan zoonotik (hayvanlardan insanlara geçen bulaşıcı hastalıklar) tehdidi ekolojik kriz, kapitalizmin krizi ile birlikte ele alınmaya başlandı. Kapitalist modernitenin dayattığı ekolojik krizin yansıması olarak DSÖ 6 kez uluslararası acil durum ilan etti. SARS ile başlayan pandemi tehdidi, domuz gribi, MersCo, Ebola, Zika, şimdi de Covid-19 ile devam etmektedir. Ekolojik tahribatın etkisi sadece bu bulaşıcı hastalıklarla sınırlı değil. Nil ateşi, Lyme, KKKA, Tularemi vb. çok sayıda hastalık sayılabilir. Bu hastalıkların kökeninde var olan nedenler aynı zamanda Covid-19 ‘un gelişimini sağlayan nedenlerdir.

Tarihte salgın hastalıklar savaş dönemlerinde daha çok görülmüştür. Savaş dönemlerinde; kolera, sıtma, kızamık, gasteoenterit, ASYE (Alt Solunum Yolu Enfeksiyonu), geç dönemde tüberküloz (verem) gibi salgın hastalıklar görülmüş, savaş süreciyle beraber de toplumlarda büyük kırımlara yol açmıştır. Bunların birçoğu savaştaki yaşam koşullarından kaynaklı olsa da doğrudan ekolojik yıkım ile açığa çıkan salgın hastalıklar da vardır. Türkiye’de görülen KKKA (Kırım Kongo Kanamalı Ateşi) ve Demokratik Kongo’daki Ebola doğrudan ekolojik yıkımla ilişkilidir.

Endüstriyel hayvancılık, endüstriyel gıda üretimi ve endüstriyel tarım en çok ele alınan nedenler arasında yer alıyor. Domuz gribi endüstriyel hayvancılık ilişkisi dersler ile doludur. Kısaca özetlemek gerekirse domuz gribi pandemisi ABD-Meksika sınırında büyük hayvan çiftliklerinin işçilerinde ortaya çıktı. Bu büyük hayvan çiftlikleri neoliberal kapitalist döneme özgü olan “sermaye için her şey mübah” denilerek  işçilerin derin sömürüye maruz bırakıldığı serbest bölgede bulunuyordu. Burada çalışan işçiler, önceleri kendi halinde küçük çiftçi olarak çalışırken, daha sonra güvencesiz, kötü çalışma koşullarında, uzun süreli (günde 10-14 saat), yoğun, işçi sağlığı ve güvenliği önlemleri olmadan çalıştırılmaya zorlanmışlardır. Çiftçilik yaparken en fazla 8-10 domuzlarla, doğal ortamda günde 1-2 saat bir arada bulunurken, mülksüzleştirilerek hızla işçileştirilerek, serbest bölgenin ücretli köleleri haline getirildiler. On binlerce domuz ile tüm zamanlarını geçirmeye başladılar. Domuzlar da doğal ortamdan tecrit edilmiş koşullarda tek tipleştirilen beslenme, atıkları içinde sıkışık dar bir ortamda yaşama, hızlı büyümeleri için antibiyotik, hormon vb. verilerek kalabalık gruplar halinde besiye tabi tutuldular. Aynı zamanda yaşam döngülerini tamamlamadan erken gıda üretimi için yaşamlarına son verilmeye başlandı. Bu yaşam koşulları domuzlar arasında virüsün dolaşımını hızlandırarak mutasyona uğramasına yol açtı. Yine domuzlarla uzun süreli temas koşullarında çalışan işçilere virüs geçer hale gelmiştir, hayvandan insana bulaşmayan virüs bu uzun süreli maruziyetlerle bulaşır hale gelmiş, daha sonra insandan insana bulaş ile pandemiye neden olmuştur. Domuz gribi pandemisi ekolojik, siyasal, sosyal birçok derslerle doludur. Keza benzer koşullar daha sonra birçok bulaşıcı hastalıkta karşımıza çıkmıştır. Ebola ormansızlaştırma, yoksulluk, iç-savaş nedeniyle zorla yerinden edilerek vahşi yaşam koşullarına zorlanma, vahşi hayvanlarla temasın artması ve vahşi hayvanların gıda kaynağı olarak kullanılmasıyla ortaya çıkmıştır.

Covid-19 için de benzer koşullar söz konusudur. Pandeminin ortaya çıktığı Çin’in Wuhan kenti, mülksüzleştirilerek işçileştirilen köylülerin yoğun olduğu, çalışma ortamında derin sömürü koşullarının (haftanın altı gününü fabrikada çalışarak ve yatarak geçiren, işçi sağlığı ve güvenliği olmayan, düşük ücretli vb.) hakim olduğu, hızlı ve çarpık kentleşen bir yer özelliği taşımaktadır. Covid-19 pandemisini tetikleyenler arasında iddia edilen hayvan pazarında doğada bir arada olmayan vahşi egzotik hayvanların satışı ve haz amaçlı tüketimi dile getiriliyor.

“Big Farm Make Big Flu’ yazarı evrimsel biolog, epidemiyolog ve filogeograf Rob Wallace, SARS-CoV2 ve diğer virüslerin kökeninin, doğal düzenler içerisine aşırı yoğun bir şekilde dalan endüstriyel tarım olduğunu, ekosistemler ve türler içerisinde/arasında yarılmalar yaratarak küresel pandeminin potansiyel ortaya çıkışına olanak sağladığını açıkladı. Wallace’a uzun bir alıntı ile kulak verelim:

Başka bir SARS virüsünün yaban hayatı bölgelerinden çıkıp sekiz hafta içinde insanlığa sıçradığını öğrendiğimizde, şu anda kapıldığımız şoku akılda tutmamız gerekiyor. Virüs, bölgesel bir egzotik gıda tedarik hattının bir ucunda ortaya çıktı ve Çin’in Vuhan kentinin diğer ucunda insandan insana enfeksiyon zincirini başarıyla ateşledi. Oradan, salgın hem yerel olarak yayıldı hem de uçaklara ve trenlere sıçrayıp seyahat bağlantılarıyla yapılandırılmış bir ağ üzerinden, büyük şehirlerden daha küçük şehirlere doğru bir hiyerarşiyle dünya geneline yayıldı. Yabani gıda pazarının tipik oryantalizm içinde tanımlanması dışında, en belirgin sorular üzerinde çok az çaba harcanmıştır. Egzotik gıda sektörü, Vuhan’ın en büyük pazarındaki daha geleneksel çiftlik hayvanlarıyla birlikte mallarını satabileceği bir konuma nasıl ulaştı? Hayvanlar bir kamyonun arkasında ya da sokak arasında satılmıyordu. İlgili izinleri ve ödemeleri (ve bunların deregülasyonunu) hesaba katın. Yabani gıda, su ürünlerinin hayli ötesinde, dünya çapında giderek daha resmi hale getirilmiş bir sektördür ve sanayi üretimini destekleyen kaynaklar aracılığıyla sürekli olarak sermayeleştirilmiştir. Hiçbir yer çıktının büyüklüğünün yakınına bile yaklaşmasa da ayrım artık daha belirsizdir. Örtüşen ekonomik coğrafya, Vuhan pazarından, virüsü bulunduran el değmemiş bir bölgenin kenarını çevreleyen operasyonlarla egzotik ve geleneksel yiyeceklerin yetiştirildiği art bölgelere kadar uzanır. Endüstriyel üretim ormanın sonlarına tecavüz ederken, yabani gıda operasyonlarının lezzetli gıdalarını yetiştirmek veya son kalanları yağmalamak için daha ötelere müdahale etmesi gerekir. Sonuç olarak, en egzotik patojenler, bu olayda yarasa tarafından barındırılan SARS-2, dünya sahnesine çıkmadan önce, ister gıda hayvanlarında ister onlara bakan işgücünün bünyesinde olsun, uzayıp giden bir kent çevresinin bir ucundan diğer ucuna doğrultulmuş bir av tüfeğine, yani bir kamyona doğru yol alır.

Bu tür “yabani” virüslerin tropik ormanın karmaşıklığı tarafından kısmen kontrol edildiği ekosistemler, sermayenin liderliğinde ormansızlaştırmayla ve kent çevresi gelişiminin diğer ucundaki halk sağlığı ve çevre sağlık önlemlerindeki açıklarla birlikte sert bir biçimde yeniden şekillendirilmektedir.

Çin’deki de dahil olmak üzere, neoliberal hastalıkların ortaya çıkışı hakkındaki genel teorimiz şunları içermektedir:

küresel sermaye çevrimleri;

öldürücü patojenlerin popülasyon artışını kontrol altında tutan bölgesel çevresel karmaşıklığı tahrip eden söz konusu sermayenin yayılımı;

yayılma olaylarının oranlarında ve taksonomik genişliğinde ortaya çıkan artışlar;

bu yeni yayılmış patojenleri çiftlik hayvanları ve işgücü bünyesinde en derin art bölgelerden bölgesel şehirlere taşımakta olan genişleyen kent çevresindeki meta çevrimleri;

bahsedilen şehirlerden patojenleri rekor sürede dünyanın geri kalanına ileten büyüyen küresel seyahat (ve hayvan ticareti) ağları;

hem çiftlik hayvanlarında hem de insanlarda daha fazla patojen ölümcüllüğünün evrimleşmesi yönünde bir tercih yapan bu ağların bulaştırma sürtünmelerini azaltma yolları;

ve diğer yükümlülüklerin yanı sıra, gerçek zamanlı (ve neredeyse ücretsiz) hastalık koruması sağlayan bir ekosistem hizmeti olarak doğal seçilimi ortadan kaldıran endüstriyel hayvancılıkta yerinde üreme sıkıntısı.

COVID-19 ve diğer bu tür patojenleri meydana getiren, altta yatan faal öncül, sadece herhangi bir enfeksiyöz etken veya klinik seyrinde değil, aynı zamanda sermayenin ve diğer yapısal nedenlerin sabitlediği ekosistemik ilişkiler alanında bulunur. Farklı taksonları, kaynak konakları, bulaşma biçimlerini, klinik seyirleri ve epidemiyolojik sonuçları gösteren çok çeşitli patojenler, bizi her salgında gözü dönmüş bir biçimde arama motorlarımıza sevk eden tüm alametler, aynı türden toprak kullanımı ve değer birikimi çevrimleri boyunca farklı kısımları ve patikaları işaret eder.

 

İnsan Merkezli Doğa Anlayışı

Kapitalizm krizinin olumsuz sonuçlarını yaşandığı bugünlerde Covid-19 vb. doğal/yapay felaketlerin diğer zamanlarda tehlikeli değilmiş gibi sadece insanları doğrudan etkilediği dönemlerde gündemleșmesi ve uzun uzadıya tartışılması, takip ve tasnif edilmesi tesadüf değildir. Tüketilen her şeyin insan eline ulaşana kadar doğa üzerinde ne kadar tahribata neden olduğuyla pek ilgilenilmez. Çünkü ‘insan’ı tehdit etmeyene kadar sorumlusu olunan bütün tahakküm ve sömürü ilişkisi olağan karşılanır. Doğa-insan, insan-insan, erkek-erkek olmayan, zengin-fakir, devlet-toplum, işçi-patron vb. ‘özne-nesne’ ilişkilerindeki absürd iktidar çelişkilerinin yerine göre değişik şekillerde açığa çıktığı yeni bir dönemi yaşanıyor.

Pandemi olarak tüm dünyayı etkisi altına almasına değin çokça nedene bağlı olarak ortaya çıkıp yayılmasına rağmen, muhalefetlerden iktidarlara kadar birçok zeminde nedenleri ile değil sonuçlarıyla gündemde kalması ve tartışmaların buralarda yoğunlaşması bu durumun bir fotoğrafıdır. Doğa üzerinde yarattığı tahakkümle oluşturduğu ve kendi etrafında yoğunlaştırdığı iktidarın neden olduğu krizi normal görüp, sonuçlarını yadırgayan insan; doğa ile gerçekçi bir bağ kuramadığı ve doğayı  sürekli çerçevenin dışından yorumladığı gerçeği ile yüz yüzedir. Bu özne merkezli durum ile gerçeklik arasındaki uyuşmazlık olağandışı zamanlarda daha belirgin bir şekilde açığa çıkar.

Feminist yazar Val Plumwood uğradığı bir timsah saldırısından sonra yaşadıklarını anlatırken; insanın kendini doğanın bir parçası olarak herhangi bir simbiyotik ilişki içinde değil; hükmeden, manipüle eden, tüketen bir noktada konumlandırdığını ifade eder. Ölümle burun burunayken ölme ve av olma imkansızlığına inanmakla, insanın doğa içindeki bu pozisyonunun nasıl  absürd olduğunu söyler.

Liberalizm düşüncesi doğada bütün canlılar gibi besin zincirinde  bir yeri olan insanı merkeze alıp kendi içinde iktidar ve güç merkezleri etrafında hiyerarşik ilişkilerin öznesi olarak tayin eder. Nasıl yaşayacağına, kaç çocuk yapacağına, popülasyonunun hangi kentlerde yoğunlaşacağına karar verirken doğadan farklı tutar. Nitekim öldükten sonra bile mezarını tabutla, duvarlarla topraktan ayırır. Her şeyin tüketilebilir olarak gören insan, besin zincirindeki yerini bile yadırgar. Doğadaki hiçbir canlının besini değilken, kendine bütün canlı ve cansızları tüketebileceği bir pozisyon tanımlar. Bu kadar sıkı sıkıya bağlı olduğu ve daha belirgin bir özne olarak varolmaya çalıştığı bu sistemde iktidar aracı olarak kullandığı bilimin bile öngöremediği Covid-19 salgınının yarattığı tehdit, insanın doğayla olan tahakküm ilişkisini dumura uğratmıştır. Sistemin ‘sınırsız nimetlerinden’ faydalanmaya devam ederken yaşamını gittikçe sınırlandıran bu çelişkiye karşı, tükettiği yerden çözüm üretmeye çalışması; kendisini yutan timsahın karnından konuşmasından farklı değildir. Bu iktidar ilişkisinin devam etmesi istenci ile salgının olmadığı eskiye duyulan özlem ve ”normalleşme” çabaları çelişkinin başka bir boyutudur. Kaldı ki karantina sürecinde sınırlanan tüketim döngüsü doğanın kısmen nefes almasını, toparlanmasını sağlamıştır.

İnsan eliyle vuku bulmuş bu ve benzeri salgınların temel sebeplerinden biri de mevcut endüstriyel tarım-gıda sistemidir. Bu sektöre hakimiyet kurmuş şirketler; enerji, maden vb. projeler yoluyla tarımsal alanları gasp etmekte, bu durum ekosisteme zarar vermektedir. Talana uğrayan yeryüzü parçalarındaki işlevsel çeşitlilik ve karmaşıklıkta saklı olan düzen bozulduğunda ise buraların sakinleri olan patojenler insan yerleşmeleri ile irtibatlanarak, yerel çiftlik hayvanlarına ve insan topluluklarına yayılmaktadır. Küresel ve kırılgan gıda sistemleri de, böyle bir yayılmanın kolaylaştırıcısı ve sebebi haline gelmektedir.

Sürekli iktidar ve sömürü ilişkisi ile beraber, bir çok kavramı çarpıtarak kendini  buraya kadar  taşıyan uygarlığın yaşadığı krizin, ekoloji ile olan ilişkisi sürdürülebilir değildir. Pozitivizmin düz ilerlemeci yaklaşımı altındaki kesintisiz ilerleme düşüncesi kendisini daha da vazgeçilmez hale getirmeye çalışan ve toplumun her zerresine aşılamaya çalıştığı iktidarın çatırdadığını gören kapitalist modernitenin, pozisyonunu korumak için daha da vahşileşeceği muhtemeldir.

Kapitalist modernitenin;

Sonsuz büyüme ve kar arzusunu besleyen kışkırtılmıș üretim ve tüketim fetişizmini sorgulamadan,

Kapitalizmin kentlerini beslemek için kaç yıl çalışacağına, kaç çocuk yapacağına, çocuk yaşta evlenebileceğine değin; karar verebilecek kadar cüretkar olan nüfus politikalarını sorgulamadan;

Toplumsal her alana sirayet ettirmek istediği, kendisini büyüten iktidar-sömürü-tahakküm ilişkisini sorgulamadan;

Öncelikli olarak ekolojik bir sorun olan salgını, tıbbi zemine sıkıştırmaya çalışıp iktidarını koruma çabasını görmeden bu ve benzeri hiçbir soruna köklü çözümler üretemeyeceğimiz ortadadır.

Gerçeklik şu ki; aynı yoldan gidersek aynı sonuca varırız.

İnsan doğanın hükümdarı değil parçasıdır.

 

Kaynak:

1.Ata Soyer Sağlık ve Politika Okulu Kollektif Tartışmaları

  1. https://sendika63.org/2020/04/covid-19-ve-sermayenin-cevrimleri-rob-wallace-alex-liebman-luis-fernando-chaves-ve-rodrick-wallace-584354/