Home / KORONA GÜNLÜKLERİ / KORONA 7 GÜNLÜK 6-12 ARALIK 2021

KORONA 7 GÜNLÜK 6-12 ARALIK 2021

Neredeyse tüm canlı türlerinde kadın bedeninde gerçekleşen üreme eylemi, insan türünde kadın bedeni ve doğurganlığı söz konusu olduğunda; siyaset, din, hukuk, ahlak, tıp, sosyoloji, ekonomi, nüfus bilim gibi birçok dalın müdahil olduğu ama güncelde egemenlerce tıp ve hukuk mengenesine sıkıştırılmış bir alana dönüştürülmüştür. Kadınlığı üreme ve rahim üzerinden tanımlayıp,  kadın sağlığını da üreme sağlığına indirgeyemeyeceğimiz gibi patriyarkal sistemin tarih boyunca çeşitli gerekçelerle müdahale ettiği kadın bedeni, kadın cinselliği ve üremesi meselesini de salt tıbbi ya da hukuki bir mesele olarak ele alamayız. Üreyebilmek için uygun organ sistemi olan cinsel aktif kadınlar, üremeyi isteyip istememe özgürlüğüne sahiptirler. Bu özgürlüğü savunurken de meseleyi tıbbi bir müdahale olan fiziksel travma kaynağı kürtaja daraltmak doğru bir yaklaşım değildir. Bu yazıda kadın bedeninin yasaların konusu edilmesi ile başlayan yasak süreçlerini, kadınların bu yasaklara direnişini ve kadın sağlık hareketi bakış açısıyla genelde beden müdahalelerini, özelde kürtaj meselesini ele almaya çalışacağız..

Kadın Bedenine Uzanan İktidar Elleri..

Kadınların üremedeki rollerine dair bilgisinin ne kadar geçmişe dayandığını bilemesek de Tanrıça İnanna bir kadın tarafında kendisine verilmiş olan huluppu ağacını güç ve mutluluk kaynağı olarak tarifler. Ağaç östrojen hormonuna etki eden henüz ehlileştirilmemiş nar ağacıdır. Antik çağ kabartmalarında kadın figürünün iki yanındaki nar ve buğday başaklarından biri doğurganlığın kontrolünü diğeri ise doğurganlığı/bereketi tasvir etmektedir. Aynı şekilde Kyrene sikkeleri üzerine bir eli Silphium bitkisini işaret eden, diğer eli ise rahminin üzerinde duran kadın betimi yer almaktadır. Artemisa’nın bazı türler ile  Queen Anne’s lace (yabani havuç) gibi birçok bitki daha kadınlar tarafından faydasıyla zararıyla birlikte  ertesi gün hapı olarak kullanılmıştır.

Toplumların, devletlerin/kanunların denetimine girmesiyle birlikte kadının doğurganlığı da bir yasa/yasak meselesi halini almıştır. Hammurabi kanunları ve İbrani Kutsal metinleri doğurmayı teşvik edip fetüsün düşürülmesini cezalandırırken, Hristiyanlığın ilk dönemlerinde kesin bir yasak olmamakla birlikte 13’üncü yüzyılda Papa “Ruh kazanan fetüsü öldürmek cinayettir” diyerek düşük yapanları ve yaptıranları aforozla cezalandırılır.  Kuran kürtaja dair bir yasak durumundan bahsetmezken,  kabaca değindiği embriyogenez sürecini referans alan İslam yorumcuları 40 ile 120 gün arasında değişen bir süre boyunca kürtajı mekruh, sonrasında ise haram saymaktadırlar. Çok geniş sınırlara hükmeden Roma imparatoru Augustus (mö 63-ms 14) dönemin bilinen nüfus krizine karşı zinayı yasaklarken otuz yaşını geçmiş ancak evlenmemiş olan erkeklerin vergilendirilmesini ve evlilik dâhilinde çocuk sahibi olanlara yüksek yardımlar yapılmasını kararlaştırır. Devlet eliyle gerçekleştirilen bu ilk kapsamlı nüfus planlama yasası günümüze kadar her dönemin ekonomik, askeri ya da artması-azalması istenen ırkın nüfusuna göre yeniden düzenlenmiştir.

İster Bireysel seçim ister egemenlerin dayatması/yasaklaması ile olsun, doğum kontrolü; cinsel birleşmede çeşitli kontraseptif yöntemlerin kullanımı ile gerçekleşirken; istenmeyen gebeliklerde düşük ya da tıbbi ismiyle kazıma anlamına gelen küretaj yöntemiyle gerçekleşmektedir. Dinlere ve yasalara rağmen kuşaklarca aktarılan beden ve doğa bilgisi ile korunma ve istemedikleri gebelikleri sonlandırma tasarrufuna sahip çıkan kadınlar, 14.yy’da başlatılan ve 17.yya kadar yüz binlerce kadını cadı avları kisvesi altında kırımdan geçiren süreçte büyük bir kırılma yaşarlar. Cadı avları; kadın bedeninin, emeğinin, cinselliğinin ve yeniden üretim yetilerinin devlet kontrolü altına alındığı bir dönemin başlangıcını ifade ederken, sağaltım bilgisinin gasp edilerek modern tıbbın hegemonyasına alınmasıyla eşgüdümlü olarak kolektif ilişkileri yok etme, korkutma ve böylece kapitalizme giden yolda toplumu topyekün zapturapt altına alma sürecidir.

20.yy’ın başlarında sanayileşmeyle birlikte ihtiyaç duyulan nüfus kontrolü yasalarla düzenlenmeye/sınırlandırılmaya başlanmış ve hekimlerin denetimine alınmıştır. Toplumcu sağlıkçı yaklaşımı ilke olarak benimseyen devletlerden Sovyetler Birliği, 1920’de tıbbi bir neden olmaksızın kürtajı yasallaştırıp aynı zamanda denetim altına alırken 30’larda sanayileşme hamlesine engel olarak gördüğü nüfus azalmasının önüne geçmek için kürtaja tıbbi sınırlandırmalar getirir. İkinci dünya savaşı sonrasında sosyalizm tehdidine karşı gerçekleştirilen sosyal reformalarla Amerika ve birçok Avrupa ülkesinde doğum kontrolü; RİA’lar, doğum kontrol hapları ve kürtaj yöntemleri ile toplum sağlığı konusu edilmiştir. Kadının kendi isteği ile ve tıbbi bir gerekçe olmadan kürtaj yaptırabilmesi 70’li yıllarda yasalaşmış ancak yine tıbbın belirlediği çeşitli hafta süreleri ile sınırlandırılmıştır.

Türkiye’de ise Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında referans alınan İtalya ceza kanunu ile 1926’da kürtaj resmi olarak yasaklanıp annelere Türk ulusunun devamını sağlama görevi verilir. 30’larda ceza kanununda yapılan değişiklikler ile doğum kontrol metodlarıyla ilgili bilgilerin yayılması yasaklanırken, çok çocuklu ailelere devlet desteği sözü verilir. Buna rağmen kadınların kendi çabalarıyla ya da merdiven altı kliniklerde gerçekleştirdikleri kürtajlar sonucu ölümlerin had safhaya ulaşması üzerine 50’li yıllarda başta Dr. Zekai Tahir olmak üzere tıp çevreleri yasağın kalkmasını ve böylece kürtajın denetim altına alınmasını talep ederler. Meclise sunulan kanun tekliflerinde yasağa rağmen süren kürtaj eyleminin bir yandan kadınların sağlığını tehlikeye attığı, bir yandan da  “kanunlara saygısızlığı” normalleştirdiği vurgulanmakta idi. Uzun yıllar süren tartışmalar ve askeri darbelerin baltaladığı süreçlerin sonunda halen yürürlükte olan 1983 yasası ile 10. Haftaya kadar kadın evli ise babanın, reşit olmayan kadınlar adına ise ebeveynlerin izni dahilinde kürtaj gerçekleştirilebiliyor. Kadının sadece bedenini değil tüm yaşamını etkileyecek karar yine erk’in ve tıbbın denetimine tabi tutuluyor.

Eril Tıp

Tıbbın babası addedilen Hipokrat, orijinal yemininde “gebe bir kadına çocuk düşürmesi için ilaç vermeyeceğim” derken tek karar mercii olarak kendisini ve meslektaşlarını gören paternalist bir yaklaşım sergilerken, toplumsal birikimin ürünü olan sağlık bilgisini gasp edip tekeline alan modern tıp da hem korunma yöntemlerine hem kürtaja dair tüm tasarrufu kendinde görmektedir. Kapitalizmin ve ulus devlet çıkarlarının baskıcı denetimine rağmen kadınlar ellerinden alınan korunma ve istemedikleri gebelikleri sonlandırma hakkını her dönemde savunmuş ve güvenli olmayan yerlerde yapılan kürtajlardan kaynaklı birçok kadın yaşamını yitirmiştir.

Kadın mücadelesi bir yandan kürtajın önündeki yasal kısıtlamaların kaldırılmasını isterken diğer yandan geliştirilmeye başlanan medikallerin güvenilirliğine dair sorgulamaya girerek bedenlerine dayatılan her türlü sürece müdahil olmuştur. 50’lerde geliştirilen OKS’lerin (doğum kontrol hapı) yan etkilerinden muzdarip  kadınların baskısıyla başlayan hapa karşı doktorla davası (The doctor’s case against the pill) ilacın tartışıldığı toplantıları kadınların basması ve bilgi talep etmesi ile medikallere prospektüs eklenme kazanımıyla sonuçlanır. Kadınlar eril denetimde olan doktorluk mesleğine;  tepeden bakma, peşin hüküm verme ve bilgilendirmeme eleştirisi yaparken yasa koyucuları ve denetleyicileri de piyasa yanlısı olmakla suçlarlar.

Gebeliği önlemede etkili olmakla birlikte yan etkileri bulunan doğum kontrol haplarının ilk örneklerinden biri Porto Rikolu kadınlar üzerinde denenir.  Kadınların çoğu deneyimledikleri yan etkilerden dolayı deneyden ayrılır ve deneye devam eden üç kadın  ölür. Aynı yıllarda erkekler için geliştirilmeye çalışılan medikallerin deney sürecine dahil edilen sekiz psikoz hastası erkekten birinin testislerinin büzüldüğünün fark edilmesi üzerine ilacın sperm üretimini durdurmadaki etkinliği görülmesine rağmen deneylere son verilir. Halen de erkekler için hapın erkek libidosunu ya da cinsel organlarını etkileyebileceği endişesi araştırmalar için temel çekincelerden. Kadın bedeni ulus devletin, kapitalizmin ekim-biçim tarlası olarak görülüp tıbbi deneylerin her türlü müdahalesine açılırken erkeklerin er bezlerine kıyılamıyor.

Kürtaj Hak mı Zorunluluk mu?

Benim bedenim benim kararım sloganı feminist hareket içerisinde geniş bir yankı uyandırırken, kürtaj hakkı tartışmaları batı merkezli feminizmin sınıfsal ve ırksal sorunlarıyla yüzleşmeyi sağlamıştır. Beyaz orta sınıf batılı kadınların hak temelinde ele aldığı korunma ve kürtaj meselesi; siyahlar, göçmenler, sakatlar ve diğer tüm öteki bedenler için yok edilmeyi çağrıştırmaktaydı. Kökenini Platon’un devlet için sağlıklı ve yetenekli birey önermesinden alan Öjeni kavramı Darwinist yaklaşımla gelişerek istenmeyen toplulukların ıslahı için bir silaha dönüşür. 20.yy’ın başlarında Avrupa’nın birçok ülkesinde ve Amerika’da nüfustaki değişimler beyaz ırkın intiharı olarak adlandırılıp çeşitli müdahalelere girişilir. Kürtaj halen yasakken, beyaz orta sınıf kadınların az çocuk doğurmasına karşın; yoksulların, siyahların, göçmenlerin artması tehdidine karşı  ıslah edilmesi gereken ötekilere soykırımcı bir kısırlaştırma politikası dayatılır.  Elbette kürtaj sadece beyaz kadınların başvurduğu bir yöntem değildir. Yasak dönemlerinde New York’ta yasadışı yollarla kürtaj yaptıranların %80’inin yoksul Porto Rikolu kadınlar olduğu belirtilmiştir. Ancak yasal yollarla, kliniklerde, hekim denetiminde yapılan kürtaja daha çok orta sınıf, eğitimli, beyaz kadınlar erişebilmekte ve bu durum da egemenlerin beyaz ırkın intiharı korkusunu arttırmaktadır. Kölelik yıllarından itibaren kötü çalışma ve yaşam koşulları, cinsel saldırılar, tecavüzler, seks işçiliği gibi birçok nedenle gebeliklerini sonlandırmak zorunda kalan siyah kadınlar, seçkinler için hak bağlamında tartışılan kürtajın kendileri için bir zorunluluk olduğunu dillendiriyorlar. Öte yandan Öjeni Topluluğunun 30’lu yıllarda yirmiden fazla eyalette geçerli kıldığı zorunlu kısırlaştırma kanunları ile Amerikan Doğum Kontrol Birliği kurucusu ve aynı zamanda hemşire olan Margaret Sanger’in açıkladığı uygunsuz kişilerin  (zeka özürlüler, epileptikler, okuma yazma bilmeyenler, çapulcular, istihdam edilemeyecek durumdakiler, suçlular, fahişeler, uyuşturucu kullananlar) cerrahi müdahale ile sterilize edilmesi kararlaştırılır. 1960‘lara kadar yürürlükte olan öjeni yasası ile soykırımları hedeflenenler listesine yüzbinlerce siyahinin girmesi çok zor olmamıştır. Halen benzer bir ırkçı yaklaşımla Hindistan’da, Bangladeş’te, Afrika’nın birçok sömürge topluluğunda ya hiç haber verilmeksizin direkt müdahale ile ya da giyim beslenme gibi yaşamsal ihtiyaçlar karşılığında kadınlar kısırlaştırılmakta, üreme yetileri ellerinden alınmaktadır.

Kendilerine onlarca kuşak yetecek zenginliği gasp eden egemenler yoksulluğun, işsizliğin sebebi kendi sömürü düzenleri değilmişçesine “kontrolsüzce üreyen cahil halk”ı suçlamışlardır. Tıpkı 90’lı yıllarda yakılıp boşaltılan köylerini terk edip şehirlere gelip işçileşen  Kürtlerin yarattığı kent nüfus sorununa yaklaşım gibi… Güncelde ise toprakları işgalci devletlerin kapışma meydanı olarak kullanılıp göçe zorlanan Suriyeliler, benzer bir yaklaşımdan nasiplerini almaktalar.

Kadın Sağlık Hareketi

Çeşitli korunma yöntemlerinin varlığına rağmen birçok kadın istemeden gebe kalabilir ya da başlamış olan bir gebeliğin ilerleyen safhalarında kendince gerekçelerle bu gebeliği sonlandırmak isteyebilir. Cinsel istismar, tecavüz, aile-eş baskısı gibi ataerkil düzenin şiddet yollarıyla gebe kalan kadınların yanı sıra; yoksulluk, güvencesizlik, savaş koşulları, evlilik dayatması gibi birçok nedenle kadınlar gebeliklerini sonlandırma durumunda kalabiliyor. Ama gerekçe ne olursa olsun kadınlar evlerinden çıkıp jinekolojik muayenehanelerde beden bütünlüğünü bozan, acılı, işinden alıkoyan ve toplumca da pek hoş karşılanmayan kürtaj deneyimine sevinçle gitmiyorlardır. Kürtaj, birçok kadın için doğum kontrol yöntemlerinin son seçeneğidir.

Sağlıklı olma hali özgür olma halidir derken bu özgürlüğün cinsel, toplumsal, siyasal, ekonomik birçok ayağı mevcut. Ataerkil düzen aygıtlarının kuşatması altında olan ve bunlara her daim direnen kadınlar meseleye sadece kürtaj hakkı çerçevesinden bakmazlar. Heteronormatif cinsel birleşmenin kendisi bile erkek hazzını önceleyen ve bu birleşmeden kaynaklanabilecek gebeliklerin tüm sorumluluğunu, yükünü kadınlara bırakan ve sorgulanması gereken bir pratiktir. En basit korunma yöntemlerinden olan prezervatif kullanımı dahi birçok erkek tarafından reddedilmekte kadınlar gebeliğin yanı sıra bulaşıcı hastalıklarla uğraşmak zorunda bırakılmaktadır. Beden bilgisinden mahrum bırakılan kadının döngülerinin tıbbileştirilmesi ve kadının bedenine yabancılaşması da kendi doğurganlığının üzerinde tasarruf sahibi olmasının önündeki ciddi bir diğer engel.

Kadın özgürlüğünü bir bütün olarak ele almak ve ataerkil sistemin dinine, hukukuna, tarihine, felsefesine, bilimine, tıbbına eleştirel yaklaşmak jineolojinin temel ilkesidir. Kadın sağlık hareketi de egemenlerin ve piyasanın çıkarlarından arındırılmış sağlık bilgisinin toplumsallaştırılmasını önceleyerek,  iktidarın tek tek bireylerin bedenlerine müdahale ile gerçekleştirdikleri denetim mekanizmasını ve bağımlılık ilişkilerini kırmayı hedeflemektedir. Böylece kapitalizmin ve ataerkinin rahimlerimize kadar sirayet ederek kadın bedenini kendi çıkarları doğrultusunda araçsallaştırmasını engellemiş oluruz.

Yaralanılan Kaynaklar:

-Barbara Seaman, Laura Eldridge, Kadın Sağlık Hareketinden Sesler, cilt 1

-Feminist Politika Dergisi, Sayı Kürtaj dosyası

-Fe Dergi 9, sayı 2 (2017), 1-16.

-Güngördü, S. E. (2019). AKP döneminde Türkiye’de biyopolitik yönelimler: Kürtaj politikaları üzerine bir inceleme.

-BADER, A. E. Yahudilik Hristiyanlık ve İslam’da Kürtaj. Antakiyat, 2(1), 116-141.

[su_box title=”TOPLUM SAĞLIĞI PERSPEKTİFİ” style=”glass” box_color=”#f2b524″ radius=”1″][/su_box]

Haftanın gündemi halen içlerinde Türkiye’nin de bulunduğu 60’dan fazla ülkeye yayılan ve aşıdan kaçabilen Omicron varyantı…

İngiltere’de uzmanlar, Covid-19 Omicron varyantına karşı sert önlem alınmazsa ülkede 25 bin ila 75 bin arasında ölüm görülebileceği uyarısında bulundu. Londra Hijyen ve Tropikal Tıp Okulundan (LSHTM) bilim insanları, ilk olarak Güney Afrika’da görülen Omicron’un ay sonuna kadar baskın Covid-19 varyantı olabileceğini bildirdi. Şimdiye kadar elde edilen verilerle yapılan modellemede, önlem alınıp alınmamasına ve hatırlatıcı dozların etkisine göre 1 Aralık 2021-30 Nisan 2022 dönemindeki hastaneye kabul ve can kaybına ilişkin tahminde bulunuldu.

Buna göre, ek önlem alınmayan ancak Omicron’a karşı hatırlatıcı dozların oldukça etkili en iyi senaryoda, 175 bin hastaneye kabul ve 24 bin 700 ölüm görülebilir. Hatırlatıcı dozların etkinliğinin az, bağışıklık sisteminden kaçışın yüksek olduğu ve hiçbir önlem alınmayan en kötü senaryoda ise 492 bin hastaneye kabul ve 74 bin 800 ölüm gerçekleşebilir. Ancak kapalı alanlarda kısıtlamalar, bazı eğlence mekanlarının kapatılması ve gelecek yılın başlarından itibaren bir yerde bulunacak en fazla kişi sayısının sınırlandırılması gibi önlemlerle, hastaneye kabuller 120 bine, ölümler de 17 bine gerileyebilir. Araştırma ekibinden Dr. Nick Davies, “Bunlar erken tahminler ancak genel olarak Omicron’un aşıların etkilerinden önemli ölçüde kaçarak Delta’yı hızla geride bıraktığı görülüyor. Mevcut eğilim devam ederse Omicron, aralık ayı sonuna kadar İngiltere’deki vakalarının yarısını oluşturabilir.” dedi. Ülkede son 24 saatte 633 Omicron vakası görüldü. Varyantın tespit edilmesinden bu yana en büyük günlük artışla beraber ülkedeki toplam Omicron vaka sayısı 1898’e çıktı.

Avrupa Birliği (AB) Tıbbi Mikrobiyoloji Laboratuvarı Başkanı Prof. Dr. Herman Goossens, koronavirüsün Omicron varyantının yeni bir pandemiye yol açabileceğini söyledi. Belçikalı profesöre göre, Omicron ile ortaya çıkan durum, geçen yıla göre daha kafa karıştırıcı ve belirsiz. Geçen yıl, belirli önlemler sonucu salgının üstesinden gelinebileceğinin bilindiğine işaret eden Goossens, “Şimdi yeni varyantın çok şey yapabileceğini görüyoruz. Bu, durumu daha da zorlaştırıyor” dedi. Prof. Dr. Goossens, Omicron varyantının riskini, bulaşıcılık, ölüm oranı ve bağışıklık olarak 3 başlıkta değerlendi. Goossens’a göre Omicron, bugüne kadar görülen diğer koronavirüs varyantlarından daha bulaşıcı. Omicron varyantı ile ölüm oranlarının çok da yüksek olmayacağı yönünde raporlar okuduğunu söyleyen Goossens, bu görüşe katılmadığını belirterek şöyle dedi: “Bu konuda çekincelerim var. Yüzde 50 daha bulaşıcı olan bir varyant, yüzde 50 daha ölümcül olan bir varyanttan daha tehlikelidir. Çünkü kesin rakamlarda, bunun daha büyük bir etkisi var. Bu tartışmayı 2020’nin başında da ‘Korona bulaşıcılığı yüksek ama ölüm oranı düşük’ dediğimizde yapmıştık. Bu göreceli sayılarda doğru olabilir, ancak mutlak sayılarda değil.”

ABD Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezi (CDC) raporuna göre 43 Omicron vakasının 34’ü tam aşılı kişilerde görüldü. 14’ünün üçüncü dozunu da olduğu ancak bu vakalardan beşinde üçüncü dozun üzerinden tam koruma sağlaması için geçmesi gereken 14 günlük süreden önce virüsün bulaştığı belirtildi. Sayılar az olmakla birlikte aşıların yeni varyanta karşı daha az koruma sağlayabileceği endişelerini artırdı.

İngiltere’de bilim insanları, iki doz Covid aşısının, son koronavirüs varyantı Omicron’a karşı yeterli olmadığı uyarısında bulundu. Ülkede Omicron ve Delta varyantları üzerine yapılan ilk analizler, aşıların son varyanta karşı daha az etkili olduğunu gösteriyor. Üçüncü doz aşı ise varyanta karşı yüzde 75’e varan oranda koruma sağlıyor.

***

Covid-19 vakaları artış eğilimini sürdürüyor. Farklı coğrafyalarda pandemi sık görülmeye, sık öldürmeye ve yaşamı altüst etmeye devam ediyor. Toplam vaka sayısı 270 milyona yaklaşırken Covid-19 nedeniyle hayatını kaybedenlerin sayısı ise 5 milyon 317 bini geçti. Aktif hasta sayısı 22 milyon civarında. Yükselen aktif hasta sayısı bulaş tehdidinin ciddi olduğunu gösteriyor.

Günlük vaka bildiriminde artış eğilimi devam etti. Ortalama günlük vaka sayısı 596 bin 407 kişi olup, yüksek günlük vaka hızı devam ediyor. Ölümlerde ciddi artış olmasa da yüksek hızda devam ettiği gözleniyor. Ortalama günlük ölüm sayısı 7 bin civarında…

Küresel düzeyde son bir hafta Covid-19’un seyri aşağıdaki tabloda özetlenmiştir.

Bir önceki haftaya göre değişim
Kıtalar Son 7 gündeki vaka sayısı Son 7 gündeki ölüm sayısı Vaka sayısı Ölüm sayısı
Dünya 4,181,743 49,413 – %2 – %3
Avrupa 2,492,709 26,835 – %4 – %1
Kuzey Amerika 818,536 10,076 – %4 – %0.8
Asya 566,922 9,063 – %4 – %5
Güney Amerika 116,591 2,378 – %11 – %14
Afrika 174,959 976 + %88 – %7
Türkiye 140,463 1,321 – %11 – %6

Yukarıda tabloda görüldüğü gibi dünya genelinde geçtiğimiz hafta, Omicron varyantı tehdidine rağmen haftalık vaka sayısında %2’lık ve ölümlerde %3 azalma gözlendi. Afrika dışında tüm kıtalarda vaka sayıları azaldı, ölümlerdeki azalışa Afrika ‘da dahil.

Azalışa rağmen Omicron varyantının vaka ve ölüm sayısını tetiklemesi bekleniyor. Küresel eğilimden farklı olarak İngiltere, Fransa, İtalya ve Güney Afrika ülkelerinde vaka sayısında artış gözlendi. Avrupa’da haftalık ölümlerde de artış gözlenirken, Afrika’da azalış devam etti. Kuzey Amerika kıtasında bir önceki hafta gözlenen düşüş eğilimi tersine döndü, vaka ve ölümlerde ciddi artış gerçekleşti. Asya ve Güney Amerika’da ise hem vaka hem de ölümlerde azalış gözlendi.

Dünya Sağlık Örgütü Sözcüsü Margaret Harris, Covid-19 vakalarının yüzde 65’nin Avrupa bölgesinden rapor edildiğini belirterek, “Avrupa çok şiddetli, çok zor bir salgının ortasında ve büyük çoğunluğu delta (varyantı)” dedi. Salgının merkezinin hala Avrupa olduğuna işaret eden Harris, dünya genelindeki Kovid-19 vakalarının yüzde 65’nin Avrupa’dan geldiğini belirtti. Harris, “Avrupa çok şiddetli, çok zor bir salgının ortasında ve büyük çoğunluğu delta (varyantı). Uzun zamandır dediğimiz, halk sağlığı ve sosyal önlemleri güçlendirin, aşılarınızı hızlandırın. Çünkü, tüm bu önlemler hem Delta’yı hem de Omicron’u durduracak.” dedi. Harris, toplu buluşmalardan kaçınılması, kalabalıklara girilmemesi, maske takılması ve el hijyenine önem verilmesi çağrısını yineledi.

***

Türkiye’de ise vaka sayısında azalma devam etti.  Önceki hafta artışa eğilimine giren ölümlerde de geçtiğimiz hafta düşüş gerçekleşti.  Bununla birlikte hala haftalık vaka ve ölüm hızının oldukça yüksek olduğunu hatırlatıyoruz. Aşısız ve eksik aşılıların önlenebilir ölümler, hala ciddi sayıda devam ediyor. Ne yazık ki Ağustos ortası başlayan pik varlığını devam ettiriyor. Bir de buna dün açıklanan Omicron varyantı eklendiğinde kış sert geçecek diyebiliriz.

Sağlık Bakanlığı istatistiklerine göre: ‘18 yaş üstü nüfusta ikinci doz aşı uygulananların oranı %82, birinci doz aşı yapılanların oranı %91 olarak kayıtlara geçti. Türkiye’de bugüne kadar uygulanan aşı miktarı 121 milyon 600 bin 540 doza yükseldi. 18 yaş üstünde en az iki doz aşı yaptıranların oranının en yüksek olduğu 10 il Ordu, Osmaniye, Amasya, Muğla, Kırklareli, Çanakkale, Eskişehir, Balıkesir, Zonguldak, Bartın oldu. En az iki doz aşı uygulananların oranının en düşük olduğu iller ise Şanlıurfa, Batman, Siirt, Diyarbakır, Muş, Bingöl, Mardin, Bitlis, Ağrı ve Bayburt olarak sıralandı.’’

Sağlık Bakanlığı resmi istatistiklerine göre ikinci dozdaki %80 hedefine de ulaştı, salgın devam ediyor. Neden?  Bakanlık ise 18 yaş ve üzeri verdikleri aşı istatistikleri ile toplumu kandırmaya devam ediyor. Oysa biliniyor ki bu istatistik tüm nüfusa göre verilmeli. Dahası mülteciler de bu nüfusa dahil edilmeli. Aşılama çok yavaş seyrettiği için 2 doz Sinovac olanların 3. dozu ve tüm aşılanlar için hatırlatma dozu da devreye girmiş oldu. Bunları dikkate aldığımızda nüfus içinde bağışıklığını tamamlayanların çok düşük olduğunu söyleyebiliriz. Zaten Ağustos sonundan beri devam eden yüksek vaka ve ölüm hızı da bu gerçekle bizi karşılaştırıyor. Düşük aşı ve salgın önlemlerinde Sağlık Bakanlığı’nın tetiklediği rehavet can kayıplarının temel sorumlusu. Zaten çok bulaşıcı olma Delta varyantını kontrol altına alamayan Türkiye daha da Omicron varyantı ile tanışınca ne yapacak? Aşı konusunda tereddüt edenleri ikna etme konusunda yetersiz çalışmalarına devam edece? Aşı karşıtlarının mitinglerine sessiz mi kalacak? Birinci basamağı güçlendirme, istihdamı genişletme, aşı çalışmalarının izlenmesi, filyasyon vb. çalışmalardaki yetersizliklerle ilgili adım dahi atmayacak mı? Sorular artırılabilir. İşçilerin, ezilenlerin, ötekileştirilenlerin, yoksulların yaşam hakkını tehdit etmeye devam edecek. Sosyal cinayetler sosyal kırıma dönecek. Bu sürecek ancak toplumsal muhalif güçlerin küresel dayanışması ile aşılabilir.

***

Türk Tabipleri Birliği (TTB), Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası (SES), İnsan Hakları Derneği (İHD) ve Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV), 10 Aralık Dünya İnsan Hakları Günü’nde COVID-19 pandemisi döneminde gerçekleşen 200 bini aşkın fazladan ölüm ve yaşanan sağlık hakkı ihlalleri nedeniyle Sağlık Bakanı Fahrettin Koca, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Vedat Bilgin ile Cumhurbaşkanlığı Sağlık ve Gıda Politikaları Kurulu üyeleri hakkında suç duyurusunda bulundu. Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’na yapılan suç duyurusunda; kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamanın “sosyal devlet”in en temel ilkesi olduğu belirtildi. Uluslararası hukuk ve Anayasa’daki ilgili maddelere atıf yapılan suç duyurusu metninde, “sağlık çalışanlarının kişisel koruyucu donanımlarının sağlanmaması, zorla çalıştırma, aşılamanın bilimsel gereklere uygun yapılmaması, şeffaflıktan yoksunluk”  gibi uygulamalar sıralandı. Suç duyurusunun ardından kurum temsilcileri tarafından Ankara Adliyesi önünde bir de basın açıklaması yapılmak istendi fakat polis, valiliğe başvuruda bulunulmamasını” gerekçe göstererek açıklamayı engelledi. TTB Merkez Konseyi Başkanı Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı, polis amirlerinin bu tavrına Dünya İnsan Hakları Günü’nde olduklarını hatırlatarak Bu günde bir hak ihlaline yol açmanız, hem suç hem de utanç verici” yanıtı verdi.

***

Omicron aşı varyantı için yeni aşı gereksinimi kararı sermayeye göre şekilleniyor. ABD, ilk kez Güney Afrika’da görülen, Covid-19 Omicron varyantı nedeniyle aşıların hatırlatma dozu programını genişletirken, Pfizer ise 4 doz aşının beklenenden daha erken yapılmasının gerekebileceğini açıkladı. Pfizer’ın CEO’su Albert Bourla, CNBC’ye yaptığı açıklamada, Pfizer/BionTech aşısının 3. dozdan 12 ay sonra planladıkları 4. dozunu, Omicron varyantı nedeniyle erkene almayı değerlendirdiklerini söyledi.

Avrupa Birliği’nin (AB) ilaç düzenleyicisi Avrupa İlaç Ajansı (EMA), yeni tip Koronavirüs’ün (Covid-19) Omicron varyantının yakında kimi ülkelerde baskın varyant olabileceğini, ancak mevcut aşıların yeni varyanta karşı yeniden düzenlenmesi gerektiği konusunda kesin kanıya varmak için henüz yeterli bilgi bulunmadığını bildirdi.

BioNTech ve Pfizer, laboratuvarda yapılan testlere göre Covid-19 aşılarının üç dozunun Omicron varyantına karşı etkili olduğunu duyurdu. Aşı üreticilerinin yaptığı ortak açıklamada, iki doz Pfizer-BioNTech aşısının Omicron’a karşı geçmiş varyantlara kıyasla daha az koruma sağladığını, ancak üçüncü doz aşının Omicron’a karşı etkinliği yüzde 25 artırdığını ifade etti.

ABD’de Covid-19’un Omicron mutasyonuna karşı Pfizer/BioNTech aşısının 3’üncü dozunda yaş grubu düşürüldü. ABD Gıda ve İlaç Dairesi (FDA) tarafından yapılan açıklamada, 16-17 yaş grubu için Pfizer/BioNTech’in Covid-19’a karşı geliştirdiği aşının 3’üncü dozuna acil kullanım onayı verildiği duyuruldu. Üçüncü dozun söz konusu yaş grubuna, ikinci dozdan en az 6 ay sonra yapılacağı belirtildi. FDA’nın kararı, Pfizer/BioNTech’in geliştirdikleri aşının Omicron mutasyonuna karşı yüksek etki gösterdiğini bildirmesinin ardından geldi. Yapılan laboratuvar testlerine göre Pfizer/BioNTech aşısının 3’üncü dozunun nötralize edici antikorları 25 kat artırdığı belirtilmişti.

Covid-19 aşısının daha küçük çocuklara yapılması yönlü karar alan ülke sayısı artmaya başladı. Hollanda’da Covid-19 karşı mücadelede 5 ila 11 yaş arasındaki çocuklara BioNTech/Pfizer’in daha hafif dozlu aşısının uygulanacağı bildirildi.  Çocukların aşılanmasına Ocak 2022’nin ortasında başlanacağı ve özel durumlar dışında 8 hafta arayla iki doz olarak uygulanacağı bildirildi. Fransa’da 5-11 yaş grubunda sağlık açısından “riskli” olarak değerlendirilen çocukların 15 Aralık’tan itibaren Covid-19’a karşı aşılanabileceği bildirildi. Fransa Başbakanı Jean Castex, 12 yaş altındaki çocuklarda vaka sayısında artış yaşandığını aktardı. İlkokulların her alanında maskenin yeniden zorunlu hale geldiğini vurguladı. İnsanların haftada 2-3 gün evden çalışması gerektiğinin altını çizen Castex, Kovid-19 sağlık kartı uygulamasına ilişkin kontrollerin sıkılaştırılacağını belirtti. Castex, 10 Aralık’tan itibaren gece kulüplerinin 1 aylığına kapatılacağı bilgisini de paylaştı.

Türk Toraks Derneği Çocuk Göğüs Hastalıkları Çalışma Grubu’ndan Doç. Dr. Yasemin Gökdemir, “Covid-19 aşıları ile ilgili klinik araştırmalar ve son verilere göre, 5 yaş ve üzeri çocukların aşılanmasının virüsün yayılımını ve ağır hastalık gelişme riskini azaltıyor” dedi. Gökdemir, Amerika Hastalık Kontrol ve Koruma Merkezi’nin (CDC) BioNTech aşısının 5-18 yaş aralığındaki çocuklarda uygulanmasının etkin ve güvenilir olduğunu açıkladığına dikkat çekti. Doç. Dr. Gökdemir, dünyada Covid-19 aşılarının 5-11 yaş aralığında Avrupa İlaç Ajansı’ndan (EMA) da onay aldığına dikkat çekerek sözlerine şöyle devam etti: “Covid-19 aşılarının, 5-18 yaş aralığındaki çocuklarda uygulanmasının etkin ve güvenilir olduğunu bildirildi. 5-11 yaş aralığındaki çocuk hastaları kapsayan klinik çalışmalarda da bu yaş grubunda aşının etkinliğinin ve güvenilirliğinin yeterli olduğu, yan etki görülme oranının düşük olduğu gösterildi.

Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Enfeksiyon Hastalıkları Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Mehmet Ceyhan, “Toplumsal bağışıklık için çocukları aşılamalıyız. “Toplumun yüzde 80’ini aşıyla bağışık hale getiremedikçe bu salgını bitiremeyiz. Toplumun yüzde 20’si çocuk. Eğer çocukları aşılamazsak yetişkinlerin tamamını aşılamamız lazım. Çocuklarda da sayı arttıkça yoğun bakıma yatma, hayatını kaybetme sayıları artıyor. Türkiye çocuklar için aşı kararı alırsa aileler de bu karara uymalı. Şu an 5-11 yaş grubu, 5 yaşında altındakiler için de Faz 3 çalışması devam ediyor. Bunun sonucu olumlu çıkarsa bu yaş grubuna da aşılama önerilecek. Sağlık Bakanlığı ne karar verirse ailelerin mümkün olduğu kadar çocukları aşılatmaları lazım.”

***

Kyoto Valiliği Üniversitesi’ndeki bilim insanları, deve kuşu yumurtalarından elde edilen antikorları kullanarak morötesi (ultraviyole) ışığa maruz kaldığında parlayabilen maske geliştirdi. Araştırma ekibi, koronavirüs bulaşmış 32 kişi ile 10 gün boyunca yaptıkları deneyler sonucunda; koronavirüs testi pozitif çıkan kişilerin kullandığı maskelerin hepsinin morötesi ışık altında parladığını, viral yüklerinin azalması sebebiyle de zamanla renklerini kaybettiklerini saptadı. Bilim insanları yaptıkları açıklamada, maskelerin test aşamalarının devam ettiğini ve 2022 yılında piyasaya sürülmesi için hükümetten onay beklediklerini ifade etti. Araştırmacılar, test aşamasında ise kullanıcıların yüz maskesinin içine yerleştirilen çıkarılabilir özel bir filtre yardımıyla maskeye püskürtülen antikorlu boya sayesinde, kişinin koronavirüse maruz kalıp kalmadığını morötesi ışık altında anlayabildiklerini kaydetti.

***

AB sınırları içerisinde Dijital COVID-19 Sertifikası, 1 Şubat 2022’den itibaren sadece 3. doz aşısı yaptıranlara verilecek. Öneri kapsamında, kısıtlamasız seyahat olanağı sağlayan dijital aşı sertifikasının, ikinci dozdan sonra en fazla 9 ay içinde 3. doz aşıyı olan kişilere verilmesi benimsendi. AB Sağlık Bakanları, 27 üye ülkenin 3. takviye doz aşı için yeterli zaman kazanması amacıyla AB’nin 10 Ocak’ta yürürlüğe girmesini istediği yeni seyahat kurallarının 1 Şubat’tan itibaren uygulanmasını kabul etti.

***

New York’ta tatil dönemi ve soğuk havalar yaklaşırken vakaların artmamasını sağlamak adına özel sektör çalışanları için 27 Aralık’tan itibaren aşı zorunlu tutulacak. ABD’nin Massachusetts eyaletindeki hastanede, Covid-19 aşısı olmaları için verilen sürenin sonunda 200’e yakın çalışanın işine son verildi. Boston şehrindeki UMass Memorial Health Hastanesi, 1 Kasım’a kadar süre tanıdığı çalışanlarına hala Covid-19 aşısı yaptırmadıkları için sözleşmelerinin feshedildiğini bildirdi. Hastane, aşı olmaları için tanınan sürenin üzerinden yaklaşık 1 ay daha geçtikten sonra çalışanlara sürelerinin dolduğunu söyleyerek işten çıkış işlemlerini gerçekleştirdi. Hastanenin yaklaşık 15 bin çalışanının %98’inin verilen süreye kadar aşılarını yaptırdığını aktaran hastane yetkilileri, aşı olmamakta direnen yüzde 2’lik kesimin ikna edilemediğini kaydetti.

***

ABD Başkanı Joe Biden’ın devlet desteği alan şirketlerde çalışanlar için getirdiği Covid-19 aşısı zorunluluğu federal mahkeme tarafından askıya alındı. Georgia Güney Bölgesi Bölge Mahkemesi, Biden yönetiminden aşı yaptırımını askıya almasını istedi. Mahkemenin açıklamasında, Biden’ın Kovid-19 aşısını zorunlu kılan kararıyla yetkisini büyük olasılıkla aştığına işaret edildi. Ülke çapında milyonlarca işçiyi ilgilendiren açıklamanın devamında, zorunluluk kararının “maliyetli, zahmetli ve iş gücünün mevcut üyelerinde bir azalmaya yol açması muhtemel olduğu” belirtildi. Mahkemenin, ABD hükümetinden destek alan tüm şirket ve kurumlardaki çalışanlar için geçerli ihtiyati tedbir kararı, Kentucky’deki başka bir federal bölge mahkemesinin Kentucky, Ohio ve Tennessee’deki yaptırımları durdurmasından bir hafta sonra geldi.

***

Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) Avrupa Bölge Direktörü Hans Kluge, bazı Avrupa ülkelerinde tartışılan yeni tip Koronavirüs (Covid-19) aşı zorunluluğunun “mutlak son çare olduğunu” ve bunun sadece “aşılamayı teşvik eden diğer seçenekler tükendiğinde uygulanabilir” olduğunu bildirdi. Aşı zorunluluğu konusunda halkın yetkililere olan güveninin de dikkate alınması gerektiğini belirten Kluge, “Bir toplumda ve toplulukta kabul edilebilir olan, başka bir toplumda etkili ve kabul edilebilir olmayabilir.” diye konuştu. Avrupa ve Orta Asya’da nüfusun yüzde 55’inin iki doz Covid-19 aşılarını tamamlandığını aktaran Kluge, DSÖ Avrupa Bölgesi dahilindeki 53 ülkenin 43’ünde de “en savunmasız” gruplara takviye dozların sunulmaya başlandığını kaydetti.

***

Birleşmiş Milletler (BM) İnsan Hakları Yüksek Komiseri Michelle Bachelet, “aşı zorunluluğu getirmeyi” planlayan ülkelerin insan haklarına saygı göstermeleri gerektiğini belirtti. Bachelet, “Küresel çapta, Covid-19 aşılarına erişim şok edici derecede orantısız. 1 Aralık itibarıyla, düşük gelirli ülkelerde yetişkinlerin ancak yüzde 8’i tek doz aşı almışken, yüksek gelirli ülkelerde bu oran yüzde 65. Bu son derece adaletsiz ve ahlaka aykırı bir durum” dedi. Dünya Sağlık Örgütünün yıl sonu itibarıyla dünya nüfusunun yüzde 40’ını kapsayacak aşılama hedefinin gerçekleşmesinin pek olası görünmediğini ifade eden Bachelet, 2022 ortalarına kadar olan yüzde 70 hedefinin de “tehdit altında” olduğunu belirtti. “Daha fazla devlet, zorunlu aşılamayı içeren yaklaşımları değerlendirmeye geçtikçe, bu tür önlemlerin sonuçlarını değerlendirmek önemlidir” diyen Bachelet, aşılamayı zorunlu hale getirmeden önce dikkate alınması gereken önemli haklar olduğu konusunda uyarıda bulundu.

Bachelet, tüm insanların “aşılara tam anlamıyla erişimi” olmadıkça Covid-19 aşı zorunluluğunun “eşitlik ve ayrımcılık yapmama gibi temel insan hakları ilkeleriyle tutarlı olmayacağını” vurguladı. Hiçbir koşulda insanlara zorla aşı uygulanmamalıdır” diyen Bachelet, “aşı zorunluluğu getirmeyi” planlayan ülkelerin insan haklarına saygı göstermesi gerektiğinin altını çizdi. Bachelet, “Herhangi bir aşı talimatı yasallık, gereklilik, orantılılık ve ayrımcılık yapmama ilkelerine uygun olmalıdır.” dedi. Aşı zorunluluğunun sadece tüm halk sağlığı önlemlerinin yetersiz kalması durumunda düşünülebileceğini belirten Bachelet, böyle bir zorunluluğun yalnızca maske takma ve sosyal mesafe gibi daha az müdahaleci önlemlerin bariz bir şekilde başarısız olduğu durumlarda düşünülmesi gerektiğini kaydetti.

***

Endonezya, Şubat 2021’de yetişkinlere aşılanma zorunluluğu getiren ilk ülke oldu. Endonezya hükümeti aldığı bu karar ile toplumsal bağışıklığa ulaşmayı hedefledi. Kararın alınmasının üzerinden on ay geçmiş olmasına rağmen Dünya’nın en büyük dördüncü ülkesi olan Endonezya’da nüfusun sadece %36’sı tamamen aşılandı. Endonezya’daki sağlık çalışanlarına göre, hükümetin aşılamaya karşı katı kurallar getirmesi gerekiyor. Aşılanma oranının düşük kalmasına gerekçe olarak şunlar gösterildi: Dini sebepler; Bazı vatandaşların hükümete karşı güvensizliği ve üretilen aşılara karşı güvensizlik.

***

İlaç endüstrisi pandemiyi fırsata çevirmeye devam ediyor. Avrupa İlaç Ajansı (EMA), ilaç firması Roche tarafından geliştirilen Roactemra’nın koronavirüs ile mücadele kapsamında yetişkinlerde kullanımına onay verdi. Daha önce Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) tarafından da tavsiye edilen ilacın 800 euro’ya satılması planlanıyor. Basına yansıyan haberlerin dilinden pandemi mücadelesinin evrileceği yeri de görebiliyoruz. Sermaye birikimine zeval vermeden tıbbi hizmetler üzerinden sermaye birikiminin önünün açılması… Uzmanlar, virüse karşı ilaç tedavisi alanında önemli ilerleme olduğunu ve sonbahardan itibaren yeni ilaçların ruhsat almasıyla birlikte 2022 yılından itibaren özellikle ağır Covid-19 vakalarının ilaçla tedavi edilmesi umudunun güçlendiğini açıkladı.

***

UNICEF tarihinde gördüğü en kötü krizin korona virüsü pandemisi olduğunu açıkladı. Örgütün hazırladığı rapora göre pandemi sebebiyle, dünya çapında 100 milyon çocuk daha yoksulluğa sürüklendi. UNICEF Genel Direktörü Henrietta Fore, korona virüsünün geniş bir alana yayılan etkisinin giderek derinleştiğini kaydederek, bunun yoksulluğu ve eşitsizliği artırdığını ve çocukların haklarını tehdit ettiğini söyledi. Rapora göre salgın nedeniyle ek olarak 100 milyon çocuğun daha çok boyutlu olarak yoksulluk yaşadığı tahmin ediliyor. Bu rakamın 2019 yılına oranla yüzde 10’luk bir artışa işaret ettiği vurgulanırken, pandemiden önce 1 milyar çocuğun beslenme, barınma, temiz su ve sağlık hizmetlerine erişimi olmadığı belirtiliyor.

Raporda ayrıca, 2020 yılında 23 milyon çocuğun gerekli aşıları olamadığı, bu rakamın 2019 yılına göre 4 milyondan fazla bir artışa tekabül ettiği ve bunun son 11 yılda kaydedilen en yüksek sayı olduğu belirtiliyor. Kapanma dönemlerinde zaman zaman 1,6 milyar çocuğunokula  gidemediğini belirten UNICEF, geçen yıl yüz yüze derslerin yüzde 80 iptal edildiğini kaydetti. Rapordaki tahmini rakamlara göre geöen sene 160 milyon küçük yaşta çocuk çalışmak zorunda kaldı. Bu rakam son 4 yılda 8,4 milyonluk artışa işaret ediyor. UNICEF’e göre 2022 sonuna kadar 9 milyon küçük yaşta çocuk daha çalışmak zorunda kalabilir. 2030 yılına kadar da on milyon kız çocuğunun daha erken yaşta evlenmek durumunda kalabileceği belirtiliyor.

[su_box title=”SİYASAL SAĞLIK” style=”glass” box_color=”#9e2417″ radius=”1″][/su_box]

Ekonomi öz olarak beslenmeyi ilgilendiren toplumsal bir alan. Her ne kadar beslenme dışında birçok yaşamsal faaliyeti ilgilendirse de beslenme ihtiyacının hayatiliği bu alanda öne çıkmakta. Borsadaki rakamlar çok iyi olabilir ‘komutan paraya’ sahip olunabilir ancak ekmeğin olmadığı bir ortamda hiçbir işe yaramayıp yenilmeleri söz konusu olmayacaktır. ‘Büyüyoruz, zenginleşiyoruz’ ile verilen rakamlar ise birer sahte ve anlamsız rakamdan ibaret olmaktadır. Kaldı ki zenginleşen ve büyüyen bir avuç sermayedardan başkası değildir. İşçiler, işsizler toplumun büyük çoğunluğu ise esas olarak yoksullaşmakta. Öyle ki bütün bir toplum sanal para alanlarına kolay yoldan daha fazla kazanabilirsin mantığıyla çekilmeye çalışmakta. Bağımlılaşan kitlelerle yeni bir pazar alanı doğmakta. Kapitalizmin her şey kâr için bakışı tehlikeli bir biçimde topluma içselleştirilmekte. Doğayı ve toplumu krize sürükleyen kapitalist modernitenin iktidar ve sermaye güçleri böylece krizleri fırsata çevirip acısını topluma ve doğaya yükleyebilmekte. Öyle ki silah satışlarından elde edilen kâr artabilmekte. Türkiye toplumunda ise yaşanan ekonomik kriz ciddi boyutlara ulaşmış olup artan fiyatlar, azalan alım gücü dayanılmaz noktaya gelmiş durumda. Bu açıdan toplumsal muhalefetin temsilciliğini üstlenen emek ve demokrasi örgütleri ve siyasi partiler yoğunca bu konu üzerinde duruyor. Temel slogan ise ‘Geçinemiyoruz’ olarak öne çıkıyor. Sağlık örgütleri bu kapsamda eylemsellik içerisinde ve bütçe görüşmeleri sürerken iktidarı ekonomik talepleriyle zorlamaktadırlar. Elbette emekçi insanların yaşamak için emeklerinin bir karşılığını aramaları haktır. Ancak bu talepler bu haliyle yetersiz kalacaktır. Bildiğimiz gerçeklerden ilki bu ekonomik kriz kendiliğinden gelişmedi. Kurulan savaş hükümetince yürütülen ‘Kürt’e soykırım savaşı bu krizin esas yaratıcısıdır. Ekonomideki geçici rahatlamalarla da çözülemeyecek çok yönlü bir devlet krizi söz konusuyken iktidar kolay itirazlarla durdurulamayacaktır. Hiçbir ekonomik sorunumuz kalmadığı takdirde itiraz edeceğimiz bir şey kalmayacak mı? Doğayı kırıma uğratan devlet ve sermaye güçlerinin yarattıkları ve yaratabilecekleri pandemiler bir sorun olmayacak mı? Yaşanan intiharları sadece ekonomik bir sorun olarak mı göreceğiz? Devlet tarafından işsiz bırakılıp tek başına çözüm bulamayan ve yaşamına son veren sağlıkçı Fatma Demirel’in yalnızlığı bizim için bir sorun olmayacak mı?  84 yaşında koronavirüse yakalanıp yoğun bakıma yatırılan tutsak Mehmet Emin Özkan’dan, öldürülen tutsak Garibe Gezer’ e zindanlarda yaşanan tecrit, işkence ve öldürmelere itirazımızı, ekonomik krize isyanımızdan izole edebilir miyiz? Kuşkusuz iktidara kolay lokma olmak ve sahte tavizleriyle durdurulmak istemiyorsak bütüncül bir mücadele vermek zorundayız. Her biri isyan gerekçesi olan yaşadığımız bu zehirli günleri güçlü bir örgütlenme ve mücadeleyle aşabiliriz. Bu açıdan SES, TTB, TİHV ve İHD’nin Sağlık Bakanlığı ile Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı hakkında yaptıkları suç duyurusu başvurusu önemli bir girişimdi. Suçlama konusu ise pandemide yaşanan binlerce can kaybını önlemekteki sorumsuzlukları. Her ne kadar mevcut hukuk sisteminde hiçbir sonuç almayacaksa da bu cüretli girişim ön açacaktır. Belki de artık cesurca söz söyleme zamanı geldi de geçiyor. Faşizm uygulamalarında seleflerine taş çıkaranların çökeceği hayali dahi ömür uzatacak cinsten bir mutluluk ve huzur kaynağı olmakta. Ancak pusuda yatan haleflerin bu sevincimizi kursağımızda bırakmaması için de tedbirli olmak zorundayız. Demokratik siyasi partiler, emek ve demokrasi güçleri, sağlık örgütleri ve daha niceleri, halkların özlemleri etrafında bir cephe kurmakta gecikmemeliyiz. Sokakta mücadele edenlerin kaderi belki de bu sefer farklı bir inşaya evrilebilir. Bundan daha sağlıklı bir durum olabilir mi?

[su_box title=”AKADEMİDEN” style=”glass” box_color=”#24b0f2″ radius=”1″][/su_box]

Salgının başında yazılan ekolojik krizin hafifleyeceiğine dair iyimser senaryolar bir kenara kaldırılalı çok oldu. Durumu ağırlaştıran örnekler ise gitgide artıyor. PNAS’de yayımlanmış bir çalışma (Peng et al., 2021) salgınla birlikte artan plastik atıklarla ilgili bir tartışma sunuyor.

Yayına göre tek kullanımlık maskeler ve eldivenler COVID-19 pandemisini hafifletmeye yardımcı olmuş olabilir, ancak dünyanın plastik atık krizini daha da kötüleştirdiler. Araştırmaya göre hastane atıklarından, yüz maskelerinden ve diğer tek kullanımlık ürünlerden binlerce ton plastik okyanuslarda yoğun miktarda kirlilik yaratıyor. Çin’deki Nanjing Üniversitesi’nde çalışan yazarlar, pandeminin başlangıcından 23 Ağustos 2021’e kadar, inceledikleri 193 ülkenin toplam 8 milyon tondan fazla pandemi ile ilgili plastik atık ürettiğini ve bunların %87’sinin plastik atık ürettiğini tahmin ediyor. Bunlar yalnızca hastanelerden çıkan tıbbi atıklar. Araştırmacılar nehirlerin okyanuslara yaklaşık 26.000 ton pandemik bağlantılı plastik taşıdığını hesapladılar. Ekip ayrıca okyanuslardaki plastiğin eninde sonunda ne olacağını simüle etmek için matematiksel bir model kullandı. 2021’in sonunda, az miktarda pandemik plastik deniz tabanına batmış olacak; ancak %71’inin sahillere ulaşması bekleniyor. 2025 yılına kadar, kalan plastik atıklar büyük çöp yığınları oluşturacak veya Arktik Okyanusu’nda sıkışıp kalacak. Yazarlar, özellikle düşük gelirli ülkelerde tıbbi atıkların daha iyi yönetilmesi çağrısında bulunuyor.

Peng, Y., Wu, P., Schartup, A. T. & Zhang, Y. Proc. Natl. Acad. Sci. USA 118, e2111530118 (2021).



İLİŞKİLİ İÇERİK

KORONA 7 GÜNLÜK 15-21 KASIM 2021

Kadın Sağlık Hareketi ve Sağlıkta Amatörleşme Kapitalizm her alana olduğu gibi sağlık alanına da derinlemesine ...