Pandeminin Sınıfsallığı; Komünal Ekonomiyi Tartışmak -Cevher Kahraman*

Geçmişin analizi, günceli anlamak ve geleceğe dair perspektif sunması açısından değerlidir. Salgınlar tarihine bakacak olursak; çiçek hastalığı yeni dünyayı öylesine büyük bir güçle işgal etmiştir ki, Kızılderili kültüründe açtığı politik yaralar hala iyileşememiştir. Veba, feodalizmin sonunu getirmiş, kapitalizmin tohumlarını atmıştır. Sıtma köle ticareti ile birlikte yayılmış; frengi sekse tehdit olarak yaklaşılmasına sebep olmuştur. Salgın, hastalıklarla dolu tarihi unutmuş olmamıza rağmen, kendini AIDS’le hatırlatmıştır; kuş gribi, domuz gribi, ebola ve en son koronavirüs salgını ile devam etmektedir.

Salgının başladığı iddia edilen yerin, yayılma sürecine etkisini değerlendirecek olursak; kanser gibi büyüyen kentlerin yapısını, kentler arasında ulaşım ve iletişim ağlarını analiz etmeliyiz. Wuhan teknoloji şirketlerinin ihtiyacı olan hammaddelerin üretimi için bir fabrika işlevi görmektedir. Ulus aşırı şirketler için üretim üssüne dönen bu şehrin sosyoekonomik koşullarını baktığımızda fabrika-yatakhane-fabrika döngüsünde bir yaşamla karşılaşırız. Kırsaldan gelen emekçi yığınlar tıpkı doğanın sınırsız ve sonsuz sömürüsü gibi sömürülmektedir. Çalışma kamplarını andıran bu yaşam düzeni virüsten daha tehlikeli bir gerçeği yüzümüze çarpar.

Havayolu ulaşım ağının büyümesiyle kentler arasındaki hareketliğinin kolaylaşması salgının yayılmasında çarpan etkisi yaratmıştır. Türkiye ölçeğinde baktığımızda Mayıs 2020 sonu itibariyle vakaların %60’a yakının İstanbul’da görülmesi sağlığımızı tehdit eden kentleri anlamamız için önemli bir veri sunar. Kürdistan’da yaşanan savaşla köylerin boşaltılmasıyla kentlere sürülen Kürtler, savaşlardan, siyasi tehditlerden, ekonomik sebeplerden yurtlarını terk eden milyonların doldurduğu şehrin periferi bu süreçte salgından en çok etkilen bölgeleri oluşturdu. Sokağa çıkma yasakları sırasında dahi fabrikalarda çalışmaya zorlanan emekçiler, açlık ve ölüm arasında yapay bir tercihe zorlandı. Çarkların dönmesi ve ihracat önceliğimiz diyen yöneticiler, toplum sağlığı yerine sermayenin çıkarlarını ön plana alan bir politika izlemekte, toplumsal katılımın olmadığı bu alanda iktidarlar tüm farklı seslere kulak tıkamaya devam etmektedir. Toplumsal muhalefeti bastırmak için terörizmle savaşıyoruz diyenler biyogüvenlik politikalarıyla iktidarlarını tahkim etme gayretindedirler.

Salgınla mücadelenin savaş kapsamında değerlendirilmesi dikkat çekicidir. Muktedirlerin savaş kavramını kullanmaktaki amaçları hiç de masum değildir. 11 Eylül’de gerçekleştirilen saldırılar sonrası terörizme karşı savaşıyoruz denilerek ABD liderliğinde girişilen küresel savaş biyoiktidarın kurumsallaşması açısında belirleyici olmuştur. Benzer savaş söylemini korona salgını sürecinde görmemiz mümkün. İktidarların, kendi eliyle yarattıkları ‘terörle’ mücadele söylemi nasıl ki neoliberal politikaların tüm dünyaya yayılmasında çapa görevi gördüyse; küresel imparatorluk olan sermayenin talan ve yağma politikalarıyla ortaya çıkan korona salgınına karşı savaş söylemi de benzer riski barındırmaktadır. Salgının sebebini on binlerce yıldır var olan virüslerde değil talanı ve yağmayı yöntem olarak belirleyen politikalarda aramalıyız.

Salgınlar tarihine bakınca gördüğümüz eşitsizlik durumunu korona salgınıyla tekrar deneyimliyoruz. Avrupa nüfusunun üçte birinin ölümüne sebep olan kara veba sırasında Roma’da villalarından kırsala çekilen şehrin zenginleri salgın bitinceye kadar silahlı kişilerce korunan evlerine dönmeden önce ilaçlama sonrası yaşlı kadınları bir süre evlerine kapatıp ölüp ölmediklerini test edilir. Denek olarak kullandıkları yaşlı kadınlar hayatlarını kaybettiklerinde yeniden bir ilaçlama ve deney süreci tekrarlanır. Sonunda güvenli olduğunu düşündükleri evlerine tekrar yerleşirler. Kapitalist modernitenin eşitsizlik üzerine inşa edilmiş yapısıyla salgın sürecinde tekrar yüzleştik. DSÖ’nün pandemi ilan etme süreci hastalığın kapitalist modernitenin merkezi Avrupa’yı etkilemeye başlamasıyla gelmiştir. Salgının merkezi Asya’yla sınırlı kalsa ya da yoksulluk ve hava kirliliği gibi küresel sorunların en yoğun yaşandığı Afrika ve Ortadoğu olsaydı, acaba dünya bugünkü gibi bir seferberlik içine girer miydi? Benzer eşitsizliği salgınla mücadele döneminde görmemiz mümkün. Açlık ve hastalık arasında tercihe zorlanan emekçiler, evde kalabilenlere göre salgından daha fazla etkilenmekte. Salgından ‘eşit’ etkilenmeyen sınıf için, işe gitmek yani hastalanmak, işten kovulmak yani aç kalmak aylardır iki büyük tehdit. Bu, salgının kapitalist modernitenin emek sürecine müdahalesi olarak görülebilir; salgınlar tarihinde olduğu gibi bu salgın da emek sürecinde değişimlere kapı aralamakta. Salgın öncesi yakın tarihten itibaren emek sürecindeki değişimleri günümüze dek incelemek için kapitalist iş tanımıyla başlayalım.

“Kapitalist iş dedigimiz şey insanın, işin konusu üzerinde, işin araçlarıyla belirli bir mülkiyet ilişkisine bağlı olarak gerçekleştirdiği etkinliğidir”. Tüm üretim tarzı, üretim araçlarına (işçilere, makinelere, fabrikalara) sahip sınıfın belirleyiciliğindedir çünkü mülkiyet onlarındır, sömürü de tam olarak buradan başlar. Emeğinin yanı sıra özgürlüğünü de satan işçiden istenen sadece üretim, üretim ve daha çok üretimdir. Bu çalışma, bireye özsel olarak uygun değildir, çalışan insan çalışırken fiziksel ve zihinsel enerjisini, günün büyük bir bölümünü heba ettiği için mutsuzdur, kendini onaylamaz. Çalışma eyleminin kendisi bir gereksinim olduğu için değil, diğer temel gereksinimlerin giderilmesinin zorunlu aracı olduğu için yapılan bir faaliyettir, dolayısıyla zorunluluk ortadan kalktığı zaman ‘çalışmak’ da tıpkı bir salgın gibi sönümlenip gidecektir.

Kapitalist modernitenin üretim ilişkilerinin ‘sağlıklı’ yürümesi için yabancılaşmış bir insan modeli yaratması şarttır. Üretici etkinliği yaptığı tek tip işe indirgenen emekçi, kendini bilmeye, kendini keşfetmeye ve kendi özgürlüğüne çok uzaktır. Bu üretici etkinliğin ürünü de emekçiye çok uzaktır, emekçi bu ürünü hayatta kalmak için ya da üretici etkinliğini devam ettirmek için kullanamaz. Kendi ürettiği bu ürüne gereksinimi ne kadar fazla olursa olsun kullanamaz, çünkü o ürün başkasına aittir. Bu ürüne sadece sattığı emeğinin ücretiyle tekrar satın alarak ulaşabilir. Bu ilişki, insan yapımı bir maddenin insan üzerindeki tahakkümüdür. Çalışılan yer, üretim araçları, yaşanılan yer, üretilen ürün üzerindeki bu mülkiyet ilişkileri, işçinin mülkiyet sahibi olanlara karşı kendini konumlandırması, hatta bu mülkiyetin yarattığı güvensizlik yüzünden kendi iş arkadaşlarıyla rekabet durumunda olması insanın insana yabancılaştığı başka bir yabancılaşma boyutunu oluşturur. Başka bir açıdan ise tüm bunlar, insan türünün kendine has yaratıcı kabiliyetlerini körelterek insanın kendi türüne yabancılaşmasını getirmektedir.

Kapitalizmin kurnazlığı, her değişen koşulda kârın maksimizasyonuna yönelik akıllıca hamleler yapmıştır. Richard Sennett, günümüz kapitalizmini esnek kapitalizm; bu esnekliği de katı bürokrasiye ve anlamsız rutine karşı ‘esneklik’ olarak tanımlıyor. Bu çalışma formlarının insan ve dolayısıyla toplum üzerindeki etkilerinin incelenmesi hem mücadele hem de alternatifin inşası için önemlidir.

Geçmişte kapitalizm, kendisine atfedilen lanetli sistem yaftasından kurtulmak için “serbest girişim”, “özel girişim” gibi çeşitli dolaylamalar geliştirmişti. Günümüzde sıklıkla kullanılan esneklik söylemi de bu dolaylamalardan biridir. Esnekliğin, katı bürokratik uygulamaların karşısına çıkarak ve insanları risk almaya davet ederek, kendi yaşamlarını şekillendirmede daha fazla özgürlük tanıdığı iddia ediliyor. Öte yandan savunulan bu özgürleştirici etkisinin aksine, esnek kapitalizm eski kontrol biçimlerinin yerine, 11 Eylül’den sonra güvenlik devletlerinin oluşmasıyla katmerlenen, gözetleme ve baskı şeklinde yeni kontrol biçimleri getiriyor.

Öncesi sonrası karşılaştırmasına gelecek olursak; eskinin ‘garanti iş, ömürlük iş’ ve bunun getirdiği tekdüze yaşam, yeninin ‘geçici iş’ dolayısıyla korku, güvensizlik, belirsizliğiyle yer değiştirdi. Daha da kötüsü gündelik işleyiş artık bunu benimseyerek normalleştirdi. Eskinin ‘rutin’ iş kavramı Adam Smith’in Ulusların Zenginliği’nde insan zihnini körelten bir ezber olarak ele alınırken, günümüzdeki esneklik kavramının buna bir alternatif olarak sunulması bireylerin karakterlerinin aşınmasından bir gıdım öteye gidemez. Esneklik, değişim isteği olarak tarif edilip kârı artırmak için çalışan da dahil olmak üzere her an her şeyin değiştirilebilir oluşunun kabullenilmesidir. Esnekliğin diğer bir şartı da her şeyin ışık hızıyla gerçekleştiği teknoloji çağına ayak uydurabilmek için bürokrasiden vazgeçilmesidir; bu hıza ancak küçük gruplar halindeki karar mercilerinin kolayca organize olabildiği yeni bir kurumsallaşmayla yetişmek mümkündür. Bu kurumsallaşma, desantralizasyonu da beraberinde getirmekte, fakat bu otoritenin olmadığı anlamına gelmemektedir. Zaman, mekan ‘esnemeleri’ belli bir miktar isin belli bir zamanda üretimini sağlamıyorsa, ‘çalışan esnekliği’ her an devreye girebilir, herkes her an işinden kovulabilir. Yeni düzenin bu çalışma grupları kurumsallığı iş etiğinde ‘gruba uyum’ diye yeni bir kavramı gündeme getirmiştir. İnsanlar arası bu yüzeyel ilişkiler silsilesi, insanın insana ve topluma yabancılaşmasında yeni bir boyuttur.

Neoliberalizm ve küreselleşmenin günümüzde geldiği ‘esneklik’ noktası, Covid-19 pandemisiyle meşru bir zemin daha bulmuş gözükmektedir. Evden çalışabilme ihtimali olanlar üretim alanlarını iş yerlerinden evlerine taşıdılar. Çalışmaları gözetleyen patronlar 1984 distopyasını 2020’de evin içine sokup iktidar alanlarını genişlettiler. Esneklik, üretim mekânı ve zamanındaki değişimlerin yanı sıra üretim sürecini de etkilemekte. İşçileri fiziksel mesafeyi koruyarak çalıştırmak için, işçilerin boynuna (şimdilik) mesafe ölçen, Covid-19 sonrası çalışanların adım adım denetlenebileceği bir dijital takip sistemi geliştirdiler. Salgının yarattığı kriz tablosu, salgından bağımsız da olması muhtemel herhangi bir dış müdahaleye karşı da ekonomiyi korumanın, çarkları döndürmenin gerekliliğini patronlara göstermiş olacak ki, MUSIAD ‘çalışma kampları’ projesini üretti. Çalışma kampları çalışanların aileleriyle beraber yaşayacakları, içinde okul, ibadethane, sağlık tesisleri, marketleri olan hayattan izole üretim alanları olarak tasarlanmakta; böylece gerektiğinde bu kitlenin dış dünyayla ilişkilerini kesip sadece üretime devam edilebilecek mekanlar yaratmaktadır.

Toplumun ve insanın özgürleşmesinin bu çalışma ve yaşam biçimlerinin hiçbiriyle mümkün olmayacağı açıktır. Üçüncü yolun inşasında kapitalist ekonominin bu çalışma zeminine alternatif zihniyet, yöntem ve kurumlar inşa edilmelidir.

Korona pandemisinde alınan önlemlerin getirdiği fiziksel mesafe, evde kalma koşullarından dolayı toplumun eski çalışma düzeninden ve alışkanlıklarından kısmen de olsa sıyrılması, tarihindeki ve özündeki ekonomi yaklaşımını açığa çıkarmıştır. Her ne kadar uygarlık ve kapitalist modernite tarafından her şey metalaştırılmış ve değişim değerine göre kıymetlendirilmişse de toplum; pandemi sürecinde yaşama iradesiyle ihtiyaca dayalı, dayanışmacı, paylaşımcı yaklaşımları barındıran eylem ve faaliyetler göstermiştir. Toplumun kendi kendine yetebilme olanaklarını deneyimlediği bu süreç, yeni yaşamın inşa olanakları dâhilinde demokratik komünal ekonomiyi güncel olarak bir kez daha tartışmayı gerekli kılmıştır.

Demokratik komünal ekonomi; kapitalizmin azami kâr eğiliminin işçi ve işsiz köleler haline getirdiği toplumun yeniden insani yaşamı mümkün kılar.  Ekonominin özü geçimlik yasasıdır, bu gerçeklikle kullanım değerini esas alır. Ekonomi tarih boyunca ahlaki-politik toplumun hakikat halini aldığı yaşam birimleri olan komünler ile gerçekleştirilmiştir. Demokratik komünal ekonomi de toplumun elinden alınan ekonominin tekrar topluma ait kılınması olarak tariflenebilir. Kapitalizmin canlı cansız tüm varlıkları sömüren talancı zihniyetinin aksine özne-nesne, tüketen-üreten, kır-kent ikilemi, çalışan-çalışmayan ayrımlarını ortadan kaldıran bir ekonomidir. Ekolojik olması en temel ilkelerdendir. Doğadaki kaynakları tüketmek amacıyla değil, zorunlu ihtiyaçlar için gerektiği kadar ve gerektiği biçimde kullanır. Geldiğimiz aşamada çalışmak zorunlu bir eylem haline gelmiş, eylemi gerçekleştiren işine, topluma, doğaya ve hatta kendine yabancılaştırılmıştır. Demokratik komünal ekonomi ise herkese çalıştığı kadar pay yaklaşımını reddeder. Toplumun çalışabilecek durumda olan tüm üyelerinin, cinsiyet, yaş, fiziksel özellikler, yetenekler, kültürler gibi özgünlükleri dikkate alınarak, ekonomik faaliyetlere katılması ve bu faaliyetleri yaparken bireyin özgür ve iradeli olması ile yabancılaşmanın önüne geçmeyi öngörür.

Demokratik komünal ekonomi anlayışı kooperatifi, kâr değil; toplumun temel ihtiyaçlarını karşılama amacı taşıyan, bunu da ortak çalışma, paylaşım, dayanışma ve öz-yönetime dayalı olarak gerçekleştiren yapı olarak tanımlar. Bugün Rojava’da inşa edilen komünal/toplumsal ekonomi modelinin en temel ilkesi herkesin üretime katılmasıdır. Kooperatifler salt ekonomik işletme olarak değil ahlaki-politik toplumun hakikatleşmesine, yani toplumun demokratik temelde yeniden inşasına hizmet eden temel bileşenler olarak ele alınır ve alternatifin en güçlü kurumları olarak görülmelidir.