KORONA 7 GÜNLÜK  (7-13 ARALIK 2020)

Tüm dünyada Covid-19 pozitif vaka sayılarında ve ölümlerde her gün rakamlar yükselmektedir. Gerek pandeminin çıkış koşulları, gerekse de pandemi ile mücadelede izlenen yol bütünlüklü olarak incelendiğinde aslında bir uygarlık krizi ile karşı karşıya olduğumuzu görebiliriz. Çünkü kriz sadece sağlık alanında yaşanmıyor. Ekonomik, ekolojik, siyasal ve toplumsal kriz, sağlık alanındaki krizi de derinleştirmekte.

Erken kapitalistleşmiş ülkeler pandeminin başında “Siz evinizde kalın. Devletiniz tüm ihtiyaçlarınızı karşılayacak güçtedir.” söylemleri ile kapanma adına vatandaşlarına bir süre sosyal yardımlar, ücretli izin gibi çeşitli olanaklar tanımaya çalıştılar. Fakat şunu da biliyoruz ki birçok Avrupa ülkesinde güvencesiz olan göçmenler bu dönemde üretimden kopartılmadı. Kayıt dışı olarak birçok iş yoksul, kayıtsız göçmen işçilere yaptırıldı. Yani aslına bakarsak, dünyanın hiçbir ülkesinde tam kapanma yaşanmadı. Kapitalist üretim ilişkileri açısından sermaye için üretmek esastır. Uygulanan politikaların birçoğu da sermaye lehine oldu.

Pandemi öncesinde kapitalizmin nasıl krizde olduğu ve pandeminin yaşanan krizi perdelemek için kullanıldığını, detaylı verilerle ifade eden makalelerde ve Ata Soyer Sağlık ve Politika Okulu öğrencileri tarafından yazılan yazılarda görebiliriz. Yine pandemi dönemi boyunca yaşanan krizi perdelemek, üstünü örtmek adına otoriterleşmenin, baskının arttığını gözlemledik.

Türkiye açısından değerlendirdiğimizde, FETÖ darbe girişimi sonrası ilan edilen OHAL ve sonrasındaki süreçle artan baskı ortamı ve sürekli hale gelen OHAL uygulamaları resmiyette kaldırılmış olsa da Kürt illerinde fiili olarak süren uygulamalar pandemi ile birlikte tüm Türkiye açısından adı ilan edilmemiş OHAL rejimine geçilmiştir. Pandemi bahane edilerek en küçük hak talepli eylemler sert polisiye yöntemler ile bastırılmıştır. Kürt demokratik siyasetine yönelik gözaltı, tutuklama ve baskılar toplumsal muhalefetin tümüne yönelik devreye sokulmuştur. Çalışma koşulları gittikçe ağırlaşan, izin, emeklilik ve istifa hakları dahi elinden alınan sağlık emekçilerinin hayatını kaybeden arkadaşlarını anmak ve taleplerini dile getirmek için bakanlık önünde yapmak istedikleri etkinliğe izin vermemeye kadar baskı politikaları artmış durumdadır. Tüm toplum pandemi de bahane edilerek nefessiz bırakılmaktadır.

Sağlık alanındaki emek ve meslek örgütleri başta olmak üzere birçok sendika, meslek örgütü pandemi ile mücadele etmek yerine iktidarın tek derdinin sermaye için üretimi devam ettirmek olduğunu söylemektedirler. Sağlık alanındaki emek ve meslek örgütleri hastaneler ve filyasyon ekiplerinden aldıkları bilgiler ile sağlık bakanlığının verilerinin uyuşmadığını, bakanlığın algıyı yönetmeye çalıştığını ve yanlış verilerle ölümlerin sorumlusu olduğunu defalarca açıkladıktan sonra bakanlık veri açıklamada değişikliğe gitmiştir. İlk açıkladığı verilerle dünyada en üst sıralarda olduğumuz açığa çıkmıştır. En son açıkladığı bugüne kadarki toplam hasta sayısının bile doğru olmadığını şimdiye kadar yaklaşık 3 milyon kişinin hastalandığı Türk Tabipleri Birliği tarafından bu hafta açıklanan 9. ay raporunda ifade edildi.

İşgücü dışında kalanları evde zorla tutmaya yönelik politikalar ile pandemi ile mücadeleye yetmez. İleri yaştaki insanların ya da çocukların evlerde zorla tutulması ile hastalanmalarını engelleyemeyiz. Ebeveynler her gün milyonlarca insan gibi toplu taşıma araçları ile fabrikalara, işliklere gitmek zorundalar. Binlerce insan zor koşullarda bir arada çalışmak zorunda, mesai bitiminde bu insanlar evine dönmekte ve büyüklerine ya da çocuklarına hastalık bulaştırmaya devam etmekteler. Emeklilerin sendikaları, ileri yaştaki insanların kurdukları meclisler vb. gibi kurumlar başta olmak üzere birçok insan 65 yaş üzerine yönelik uygulamaların ayrımcılık olduğunu ifade etmektedirler. Yaşamda ve yaşadıkları süre içerisinde yaptıkları meslekleri ile edindikleri engin tecrübelere rağmen ileri yaştaki insanların sanki kendilerini koruyamayacakları, aciz oldukları izlenimi ayrıca sorunlu bir yaklaşımdır. Halbuki yaşam içinde edindikleri deneyimlerin topluma aktarılması ve öncülük yapma gibi bir misyon ile ileri yaştaki insanlar pandemi ile mücadelede çok daha etkili aktif bir rol oynayabilirdi. Unutulmaması gereken diğer önemli bir durum da yaş itibari ile artan kronik rahatsızlıklardan dolayı yeterince tedavi olmama, hareketsizlik ve bu dönemde yaşadıkları stres ile birleşince alınan kararlar ileri yaştaki insanlar için hayatı daha yaşanılmaz kılmaktadır.

Son günlerde birçok siyasi parti, emek ve meslek örgütleri ile STK’lar tarafından “tam kapanma” söylemleri dile getirilmektedir. Tam kapanma talebi ile devletin 3-4 hafta sokağa çıkma yasağı ilan edilmesi beklenmektedir. Yine üretimin zorunlu işkolları (gıda tedariki, tarım vb.) dışında durması talep edilmektedir. Ata Soyer Sağlık ve Politika Okulu öğrencileri olarak “tam kapanma” kavramı dışındaki bütün talepleri destekliyoruz.

Tam kapanma kavramının birkaç nedenden dolayı kullanılmaması gerektiğini düşünüyoruz.

  • Emekçiler, güvencesizler, ötekileştirilenleri daha da eşitsiz kılması.
  • Hane içi bulaşın çok artması,
  • Pandemi dönemindeki yasaklarda erkek şiddetinin artması ve görünmeyen ev içi emeğin katlanması, kadınların öldürülmesi
  • Sokağa çıkma yasaklarının insan psikolojisi üzerindeki olumsuz etkileri
  • Otoriter çağrışımı
  • Hareketsizliğin sağlık üzerine negatif etkileri

Uzun süreli sokağa çıkma yasaklarının insan sağlığı üzerindeki etkileri dünya çapında birçok makaleye konu olmaktadır. Pandeminin kontrol altına alınması için gerekli olan 4 haftalık süreçte insanlar temiz havaya çıkabilmelidir. Ormana, parklara, doğaya fiziksel mesafesini koruyarak gidebilmelidir. Sağlık açısından bu çok önemlidir. Metropollerde insanların nefes alacakları bir balkonu bile yok. Yine çok kalabalık ve küçük evlerde yaşayan milyonlarca insan var. 4 hafta bu kadar kalabalığın iç içe kalması sağlık açısından sıkıntılıdır.

Diğer önemli bir konu da Sur, Nusaybin, Cizre, Silopi, Yüksekova gibi kentlerde yaşanan sokağa çıkma yasakları döneminde yapılanlar halen hafızalardadır. O dönemde yapılanlar nedeniyle insanların sağlık hizmetlerine dahi erişememesi durumları varken ve yaşanan travmanın izleri daha tazeykenbaskı politikaları için pandemiyi fırsat gören bu anti-demokratik sistem içerisinde sokağa çıkma yasaklarını savunmak toplumsal muhalefetin hiçbir dinamiği tarafından dile getirilmemelidir.

TTB ve SES başta olmak üzere sağlık ve sosyal hizmet alanındaki birçok örgütün ortak yaptığı https://ses.org.tr/2020/11/pandemiler-ile-nasil-mucadele-edilir/ açıklaması dönemsel olarak bütün siyasi partiler, emek ve meslek örgütleri ve STK’lar açısından referans alınmalıdır. Bu açıklamadan anlaşılacağı üzere ekonomik ve sağlık açısından halk için bütün tedbirler alındıktan sonra halk zaten evinde olacaktır. Temel ihtiyaç dışında üretimin durması yeterlidir. Yoksullara bir ay yetecek kadar nakit yardım, esnafa kira desteği, kamu çalışanlarına ücretli izin ve pandemiden kaynaklı işini kaybedenlere, geliri yaşamına yetmeyecek kadar düşen tüm kesimlere bütçeden ayrılacak kaynak ile mücadele koşulları tüm topluma yaygınlaştırılabilir. Elbette toplumun, yerel yönetimlerin ve sağlık alanındaki emek meslek örgütlerinin merkezi ve yerel pandemi kurullarında yer alması ile toplumsal mücadele istenilen düzeye gelebilir.

Ama hepimiz iktidarın yaptığı açıklamalar ve uyguladığı politikalardan biliyoruz ki bunlar biz istemedikçe asla gerçekleşmeyecek. İsteme yolumuz sadece açıklamalar sosyal medya etkinlikleri ile olamaz. Tam kapanma çağrısı yapan emek ve meslek örgütlerinin öncelikli görevi pandemi koşullarında ölümüne çalıştırılmaya karşı GREV örgütlemektir. Yine talepkar şekilde hükümetten adım atmasını bekleyen siyasal partilerin örgütlenecek GREVİ bir halk görevine döndürme gibi bir sorumluluğu vardır. Elbette bunlar da yetmeyecektir. Bugün içinde yaşadığımız yoksulluğun, işsizliğin ve kölelik düzeninin sorumlusunun sistem olduğunu bilince çıkararak yeni bir yaşamı inşa etmeye yönelik çalışmalar başlatılmalıdır. Tam da böylesi dönemlerde sistemi yeniden üretmeyecek, aksine geniş toplumsal kesimleri sistem dışına çıkaracak alternatif dayanışma ağları geliştirmeye, artı değer üretmeyecek geçimlik tarım ve üretim-tüketim kooperatifleri inşaya ihtiyaç vardır.

Özetle; halka rol model olacak ve yeni bir yaşam mümkün diyecek pratikler oluşturmaya ihtiyacımız var. Sistemin sosyal mesafe dediği şeyin bizleri yalnızlaştırmak amacı ile kullandığı bir kavram olduğunu bilince çıkaran ve fiziksel mesafe, kişisel ve toplumsal tedbirlerimizi alarak bütün gücümüzle sosyal mesafeleri daraltan bir yol izlemek zorundayız.

[su_box title=”SİYASAL SAĞLIK-EKOLOJİK SAĞLIK” style=”soft” box_color=”#449c38″ title_color=”#080404″ radius=”0″][/su_box]

  • Sağlık Bakanlığı, Covid-19’un yakın temaslılarında 14 günlük karantina süresini 10 gün olarak değiştirdi. Covid-19 temaslılarının takibine ilişkin güncellenen rehbere göre, yakın temaslı ve semptom gelişmeyenlerde karantina 7. günün sonunda bitirilebilecek. PCR testi negatif çıkan ve semptom gelişmeyen kişilerde 7. günün sonunda karantina sonlandırılır denildi.

Yeni rehber doğrultusunda temaslı süreleri 10 güne düşürülecek ve halihazırda temaslı olup 10 günün üstünde olanların da süreci sonlandırılacaktır.

– 5. gün ve sonrasında numune aldırıp negatif çıkanlar 7. günü geçmiş temaslıların süreci sonlandırılacaktır.

– Temaslılar temas tarihinden itibaren (1. gün) ve pozitif vakalar numune alma tarihinden (1. gün) itibaren aile hekimine 2.,4.,6.,8. ve 10. gün aile hekimine düşürülecektir.

– Temaslılar temas tarihinden itibaren (1. gün) ve pozitif vakalar numune alma tarihinden (1. gün) itibaren 3.,5.,7. ve 9. gün santrale düşürülecektir.

Rifat Hisarcıklıoğlu’nun dediği gibi bu değişim ‘Özellikle sanayi işletmelerimizdeki yaşanan sıkınttıları çözmek ve işe dönüşü sağlamak için yapıldı.’ Bütün mesele sermayenin devamlılığı. Karantina ve izolasyon sürelerinin kısaltılmasının bilimsel dayanağı yoktur. Endüstriyel ihtiyaca göre karar alıp, uzun vadeli hesap yapmayan, sağlık sistemindeki yükü görmezden gelerek ekonomik yük yaratan ve insanların ihtiyaçlarını hiçe sayan yaklaşım değişmeden devam ediyor.

  • Araştırmacılar, Covid-19 salgınına verilen küresel tepkinin, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana CO2 emisyonlarında en büyük yıllık düşüşe neden olduğunu söylüyor. Uluslararası İklim Araştırmaları Merkezi araştırma direktörü Glen Peters, “2020 öncesinde ortaya çıkan bir tartışma, küresel fosil CO2 emisyonlarının zirve işaretleri gösterip göstermediğiydi” şeklinde konuşuyor. “Covid-19, bu açıklamayı emisyonlarda bir toparlanmadan kaçınmayı ve emisyonların zaten zirveye ulaşıp ulaşmadığını sormayı içeren bir anlatıma dönüştürdü” dedi.
  • Epidemiyolog ve biyolog Rob Wallace ile röportaj: ‘Her şey bir anda bitiverir!’

Son 20 yıldır neredeyse her yıl H1N1, H7N9, SARS, MERS, Ebola Makona, Zika ve diğer birçok yeni virüs ortaya çıktı. Uyarılara rağmen araştırmacılar bunun altında yatan gerçek karşısında kör kalmaktadırlar. Burada sadece tek bir patojene odaklanılıyor ve hastalıkların dinamiğinin kendimizi toplum olarak nasıl organize etmemize bağlı olduğu gözlerden kaçıyor. Elbette genetik ve klinik çalışmalar önemli, klasik bilimi reddetmiyoruz. Fakat bu sınırlıdır: Salgını durdurmak için çalışılıyor, ancak bu yalnızca buna neden olan sistemin devam edebileceği noktaya kadar sürdürülüyor. Neoliberal koşullar altında, epidemiyologlara pisliği temizlemek için ödeme yapılır. Bu nedenle araştırma grubum ve ben politik viroloji ile ilgileniyoruz: Bizler biyolojik, sosyal ve ekonomik koşulların nasıl bağlantılı olduğunu araştırıyoruz.

Piyasa odaklı tarım ve şirketler, son balta girmemiş ormanlara da girmeye başladı. Yeni insan patojenlerinin yüzde 60’ından fazlası vahşi hayvanlardan geliyor. Yağmur ormanları gibi karmaşık ekosistemler, bu tür virüsleri kontrol altında tutar ve yayılmalarını sınırlar. Biyolojik çeşitlilik yok edilirse, patojenler yöredeki insanlara ve çiftlik hayvanlarına sıçrarlar. Oradan küresel seyahat ağına ve kısa sürede Çin’deki bir mağaradan Miami Beach’e girerler. Ormansızlaşmayı, sanayi tarımını ve et üretimini teşvik eden ve böylece yeni hastalıkların ortaya çıkmasını sağlayan şey küresel sermaye ve mal trafiğidir.

Covid-19 ile de böyle bağlantılar var mı?

2008 yılında ekonomik krizin patlak vermesinden sonra, yatırımcı firmalar ellerinde bulundurdukları varlıkları çeşitlendirdiler. Goldman Sachs, tarım sektörünü keşfetti ve Çinli bir tarım şirketi olan Shuanghui Development’in yüzde 60 hissesini satın aldı. Bunu, dünyanın en büyük domuz eti üreticisi olan Smithfield Foods satın almıştı. Buna karşılık Goldman Sachs, Wuhan’ın komşu illerinde kümes hayvanları ve domuz çiftlikleri satın aldı. Orada, şehirde tüketilmek için yakalanan yabani hayvanlar, çeşitli SARS virüs suşları taşıyan yarasalara doğru kaçınılmaz olarak yaklaştırılmaktadırlar. Küresel sermaye döngüleri, SARS virüsü türlerinin ortaya çıktığı ekolojik değişimlerde temel bir rol oynadı.

-Virüsün kaynağı olduğuna inanılan Wuhan’daki yabani hayvan pazarı, ırkçı bir biçimde yarasa çorbası gibi yiyeceklere indirgendi. Bu pazarlar gerçekten ne gibi bir rol oynuyor?

Faşistler ve liberaller için yarasa çorbası ırkçı bir Pavlovcu reflekstir. Asıl sorun; yabani hayvanların yerel halkın asıl gıdası olmaktan öte, sanayileşmiş bir meta haline gelmesidir. Bunlar karanlık sokaklardaki kamyonlarda değil, Wuhan’ın en büyük pazarında gurme restoranlarda satılıyorlar. Yoğun et üretimi kırsal bölgelere yayıldığı için yabani et sağlayan işletmeler son stokları yağmalamak için ormanların derinliklerine iniyorlar. Bu iki kârlı iş modeli aynı para kaynaklarından beslenmektedir.

-ABD Başkanı Trump hala “Çin virüsünden” bahsediyor …

Trump’ın ırkçılığı, pandemi tiyatrosunun bir parçasıdır. ABD’de kamu sağlığı, son 40 yılda büyük ölçüde terk edildi. Böylece Covid-19 salgınına karşı savunmasız kaldık ve tarihin en zengin ülkesinde 200.000 ölümden yakınıyoruz. Buradan ABD Çin’i suçluyor, Çin’de bunun tam tersinden aynısını yapıyor. Sorumluluktan kaçmak için bir soğuk savaş sahneleniyor. Bu tiyatro, burjuvazinin amacına hizmet eden saptırıcı bir manevradır. Gerçekte Goldman Sachs’ta gördüğümüz gibi, rakip devletler ve sermaye, ormanları birlikte kesmektedirler.

-Siz ayrıca et üretimini de pandemilerin patlak vermesinden sorumlu tutuyorsunuz.

Çiftlik hayvanlarının geliştirilmesinden kesim ve satışa kadar her adım endüstri için artı değer yaratmaya uyarlanmıştır. Bu, hastalıkların bulaşmasını yavaşlatan bağışıklık bariyerlerini ortadan kaldırmaktadır. Doğal üremeye izin verilmiyor ve doğal seleksiyon engelleniyor. Çok fazla hayvanı birbirine yakın tutmak, bağışıklık sistemlerini zayıflatır. Onlar artık doğa değil, inşa ettiğimiz bir tedarik hattındaki nesneler, neredeyse Siborg’lardır.

-Ne yapmak zorundayız?

Gıda üretimini ve doğaya el koymayı sermayenin etkisinden çıkarmalıyız. Yaşam kaynaklarımızı koruyan farklı bir tarıma ihtiyacımız var. Ortak mallarla ve sürdürülebilir yoğunlaştırma gibi; modern teknoloji ile kimyasal girdi kullanmadan daha fazla çeşitlilik, daha yüksek verim sağlayan ve biyoçeşitliliği koruyan tarımsal-ekolojik yöntemlerle. Güzel ve ışıldayan her şeye bağımlı olarak yaşayan ve nefes alan yaratıklar olarak tavır göstermeliyiz. (https://siyasihaber6.org/her-sey-bir-anda-bitiverir )

[su_box title=”MEVCUT DURUM/SALGIN KONTROLÜ/SAĞLIK ÇALIŞANLARININ SAĞLIĞI” style=”soft” box_color=”#286487″ title_color=”#080404″ radius=”0″][/su_box]

  • Salgın yönetilemiyor! Sağlık emekçileri tükenmeye, ölmeye devam ediyor! İstanbul’da çalışan Dermotoloji Uzmanı Dr. Erçin Özüntürk ve İstanbul’da özel bir hastanede çalışan Kulak Burun Boğaz Hastalıkları Uzmanı Dr. Ertaç Altuner Covid-19 nedeniyle kaybetti.
  • Sağlık Bakanı Fahrettin Koca, şimdiye kadar 130 bin sağlık çalışanına koronavirüsü bulaştığını, 225’inin hayatını kaybettiğini açıkladı.
  • Küresel düzeyde toplam vaka sayısı 72 milyonun üzerine çıktı. Kıtalara göre vakaların dağılımı şöyle: Avrupa (19.7 milyon), Kuzey Amerika (19.1 milyon), Asya (19 milyon), Güney Amerika (11.9 milyon) ve Afrika (2.4 milyon). Toplam vakada ülke sıralamasında ilk beş şöyle: ABD (16.5 milyon), Hindistan (9.9 milyon), Brezilya (6.9 milyon), Rusya (2.6 milyon) ve Fransa (2.3 milyon). Türkiye ise 1.8 milyon toplam vaka sayısı ile dünya sekizincisi.
  • Dünya genelinde toplam can kaybı 1 milyon 610 binin üzerinde. Ölümlerin 100 binin üzerinde olduğu dört ülke var: ABD (305 bin), Brezilya (181 bin), Hindistan (143 bin) ve Meksika (113 bin). Yine ölümlerin 50-100 bin bandında ülke sayısı dört olup bunların üçü Avrupa ülkesi: İtalya (64 nin), İngiltere (64 bin), Fransa (57 bin); bu ülkeleri 51 bin ölüm ile İran izliyor.
  • Aktif vaka sayısı 20 milyonu üzerinde; bunların 20 milyonu Avrupa kıtasında, 6.6 milyonu ABD’lerinde bulunuyor.
  • Dünya genelinde hafta sonları alıştığımız vaka düşmelerine karşın son 24 saatte yeni vaka sayısı oldukça yüksek tespit edildi: 638 bin 112 kişi. Günlük can kaybı halen 10 binin üzerinde seyrediyor (10 bin 397 ölüm).
  • Yeni vaka bildiriminde dünya dördüncüsü ve DSÖ sınıflamasına göre Asya ikincisiyiz. Dünya genelinde yeni vaka bildiriminin yüksek olduğu ülkeler şunlar: ABD (220.3 bin), Brezilya (44.3 bin), Hindistan (30.3 bin),Türkiye (29.1 bin), Rusya (28.1 bin), Almanya (21.8 bin), İngiltere (21.5 bin), İtalya (19.9 bin), Fransa (13.4 bin), Ukrayna (12.8 bin), Meksika (12.8 bin) ve Polanya (11.5 bin). İspanya, İsveç, İsviçre gibi bazı ülkeler hafta sonu bildirim yapmıyor, Pazartesi 3 günlük bildirimler yapıyor. Hollanda 9 binin üzerinde yeni vaka bildirimi ile salgının tırmanışa geçtiği Avrupa ülkeleri arasında katıldı.
  • ABD’de salgın tamamen kontrolden çıkmış durumda. Dün tespit edilen 246 bin 530 yeni vaka ile toplam vaka sayısı 16.3 milyona dayanırken, günlük ölümler 3 binin üzerine çıktı. Toplam can kaybı ise 302 bin 750 kişiye yükseldi. ABD’de halen 6.5 milyona yakın aktif hasta bulunuyor. Bulaş potansiyeli oldukça yüksek.
  • Türkiye’de yeni vaka sayısı hafta sonu ile birlikte 30 binin altına indi. Son 24 saatte 29 bin 136 vaka tespit edildi, 222 kişi Covid-19 nedeniyle hayatını kaybetti, toplam can kaybı  ise 16 bin 200’e dayandı. Sağlık Bakanlığı hasta-vaka ayrımına devam ediyor, son 24 saatte yeni hasta sayısı 5 bin 203 kişi. Yeni hasta sayısındaki ısrara karşın toplam hasta sayısından vazgeçildi. Bunun yerine toplam vaka sayısı veriliyor. Toplam vaka sayısı 1 milyon 810 bin kişiye yaklaştı. Günlük test sayısı 189 bine düştü. Turkuaz tabloda aktif hasta sayısı yer almıyor. Günlük olarak aktif hasta sayısını Worldmeters’dan paylaşmaya devam ediyoruz.
  • Worldmeters’a göre Türkiye’de bir gün önce 610 bin 363 kişi olan aktif hasta sayısı ciddi düşüş göstererek 212 bin 45 kişi olarak bildirildi. Ağır hasta sayısı 5 bin 961’e (%2.8) yükseldi. Verilerle sık sık oynayan, standardı bir tütlü tutturamayan, gerek ülkede gerekse dünya çapında güvenilirliğini kaybeden Türkiye’de ağır hasta oranı dünya ortalamasının üç buçuk katından yüksek olduğu ifade edilmiş oldu. Aktif hasta sayısındaki bu keskin düşüş Türkiye’nin vaka-hasta ayrım yapması nedeniyle gerçekleşti, son bir hafta içinde de ciddi yükseliş görmüştük.
  • Sağlık Bakanlığı turkuaz tablo ile oynamaya doymuyor. Ne yaparsa yapsın salgının kontrol edilemediği, yönetilemediği ayan beyan ortaya çıkıyor. Son değişiklik iyileşen hasta sayısında. Turkuaz tabloda “iyileşen hasta sayısı” ifadesi “iyileşen sayısı” olarak değiştirildi. Veriler artık, tedavisi tamamlanan hastalar ile karantinası sona eren ‘vakaları’ da içeriyor. Bakanlığın 11 Aralık’taki tablosunda, günlük iyileşen hasta sayısı 5 bin 516, toplam hasta sayısı ise 458 bin 109 olarak verildi. Ancak bugünkü tabloda, günlük sayının birden 20 bin, toplam sayının ise 1.5 milyon seviyesine çıktığı görüldü.
  • Covid-19 istatistikleri ile ilgili tartışma ölüm sayısında yoğunlaşmış durumda. Doğal bulaşıcı hastalık ölümü ile veri saklanması kamuoyunun tartışma gündeminde. Bu tartışmaya önümüzdeki günlerde ‘’aşırı ölümler’’ de eklenecek. Covid-19’a bağlı doğrudan ölümlerin yanında Covid-19 salgını nedeniyle dolaylı ölümlerdeki artış da gündeme gelecek. Ertelenmiş sağlık hizmetleri, karşılanmamış sağlık gereksinimi nedeniyle artan ölümler ve hastalıkların daha komplike hale gelmesi salgın yönetimin başarısızlığını, sağlıkta dönüşüm programının başarı öyküsünün tama bir algı yönetimi olduğunu gözler önüne serecek.
  • İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) Daire Başkanlığı, bugün İstanbul’da 152 kişinin ‘bulaşıcı hastalık’ nedeniyle hayatını kaybettiğini açıkladı. Sağlık Bakanlığı’nın verilerine göre ise son 24 saatte tüm Türkiye’de 222 kişi yeni tip koronavirüs (Covid-19) nedeniyle hayatını kaybetti. İBB Mezarlıklar Daire Başkanı Dr. Ayhan Koç, İstanbul’da Coronavirus pandemisi sürecinde “bulaşıcı hastalık” kaynaklı ölümlerin 15 bini aştığını açıkladı. Bu sayı Sağlık Bakanlığı’nın açıkladığı toplam can kaybına yakın… Dahası bir de buna mobbing ile yazdırılmayan, belgelenmesi engellenen ölümleri eklediğimizde Türkiye’nin salgının bedelini oldukça yüksek ödeyen ülkeler arasında ön sıralarda olduğunu söyleyebiliriz. Sağlık çalışanlarının aktardıkları, tanıklıkları ölüm belgelenmesinde halk sağlığı için kritik öneme sahip ölüm nedeni üçlüsünün (temel neden-ara neden-son neden) nasıl istismar edildiğini gözler önüne seriyor. Pandemi sonrası sözlü tarih çalışmasında bu gerçekler bir bir ortaya çıkacak. Halk sağlığı bilimi ile ilgili hemen her konuda çelişkiye düşen kararları, adı konulmamış sürü bağışıklığı stratejisini ile yönetilen salgın yönetimi stratejisiin uygulayan tek adam rejiminin Bilim Kurulu’nda halk sağlıkçılara hala neden durmaya ısrar ettiklerini açıklamaya muhtaç görünüyor.
  • İçki yasağına kılıf bulundu: Sosyal mesafe! İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, sokağa çıkma kısıtlamasının olduğu saatlerde marketlerdeki içki satışı yasağının Avrupa’da da uygulandığını ileri sürdü. Soylu “Sosyal mesafe deyip duruyoruz. İçki sosyal mesafeyi azaltan bir etkiye sahip. Tabii ki kısıtlama getirmekte haklıyız” dedi.
  • Covid-19’a yakalandığını söyleyen işçi: Şantiyede temizlik yok, Corona’dan değil pislikten öleceğiz! Coronavirus test sonuçları pozitif çıkan onlarca işçi, kaldıkları şantiye de adeta ölüme terk edildi.
  • Antep Başpınar Organize Sanayi Bölgesinde bulunan Sanat Ambalaj fabrikasında çıkan koronavirüs vakasının ardından patrona “Temaslı” olduğunu söyleyerek ‘karantina izni’ isteyen işçi İbrahim Karaoğlan’a izin verilmedi. 13 Ağustos’ta koronavirüse yakalanan işçi önce annesi Hanım Karaoğlan’ı, birer hafta ara ile babası Mehmet Güllü Karaoğlan’ı ve ağabeyi Sabit Karaoğlan’ı kaybetti. Yaşananların ardından ise İşçi Karaoğlan önce ücretsiz izne çıkarıldı, arından ise “Ahlak ve iyi niyet kurallarına uymayan haller davranışlar” sergilediği gerekçesiyle (kod-29) işten atıldı.
  • Pandemi döneminde üniversitelerin online eğitime geçmesiyle birlikte aile evine dönen üniversite öğrencileri burada online eğitime erişememe, aile baskısı ve sürekli evde kalmanın getirdiği psikolojik sorunlarla karşı karşıya kaldı. Pandemi döneminde gençlerin yaşadığı sorunların yer aldığı “Covid Problem Haritasını” hazırlayan Gençlik Örgütleri Forumu yetkilileri, gençlerin ev ortamındaki huzursuzluk ve şiddet nedeniyle duygudurum bozukluğu yaşadığına dikkat çekti.
  • TTB’nin hazırladığı raporda, Covid-19 pandemisi nedeniyle, kanser ve kronik hastalığı bulunan hastalara yeteri kadar sağlık hizmeti sunulamadığı ve bu nedenle koronavirüs dışı hastalıklara bağlı erken ölümlerin yaşandığı belirtildi. Raporda, “Kanser pandemisi” de kapıda dendi.
  • TİHV’den 30. yıl söyleşisi: Ölüm istatistik değildir diyorduk, bugün onu da diyemiyoruz TİHV, kuruluşunun 30’ncu yıl dönümünde pandemi nedeniyle ilk kez Youtube’dan bir söyleşi gerçekleştirdi. Tanıl Bora, Nilgün Toker, Coşkun Üsterci ve Serdar Tekin’in katıldığı söyleşide Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi çerçevesinde salgın sürecindeki söylemlerin anlamı tartışıldı. (https://www.gazeteduvar.com.tr/tihvden-30-yil-soylesisi-olum-istatistik-degildir-diyorduk-bugun-onu-da-diyemiyoruz-haber-1507105 )
  • Salgının psikolojik ve toplumsal etkileri merak konusu. “Covid-19, kurallarını virüsün koyduğu bir diktatörlüğe dönüşebilir” uyarısında bulunan uzmanlar, birbirimizle ve doğayla kurduğumuz ilişkileri sil baştan düşünüp tasarlamamız gerektiği vurgusunu yapıyor. (https://www.birgun.net/haber/covid-19-bir-diktatorluge-donusebilir-326334)
  • Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanı Zehra Zümrüt Selçuk, 11.12.2020 tarihinde TBMM’de yaptığı bütçe görüşmelerinde, sağlık emekçileri için ‘vazife malullüğü’ şeklinde bir durum olduğunu, kişilerin başvuruları sonucu illiyet bağını da kanıtlamaları durumunda bu haktan faydalandıkları dolayısıyla sağlık emekçileri için meslek hastalığı düzenlemesine ihtiyaç olmadığını açıkladı.

Sağlık Bakanı Fahrettin Koca, 09.12.2020 tarihinde, pandeminin başından beri 120 binden fazla sağlık emekçisinin COVID-19 testinin pozitif çıktığını ve 216 sağlık emekçisinin hayatını kaybettiğini açıkladı. Bu verilerin sadece kayıt altına alınanlar olduğu göz önünde bulundurulduğunda toplam sayının çok daha fazlası olduğu aşikârdır.

Çalışma hayatından sorumlu bir bakanın, sağlık emekçilerinin ”COVID-19 hastalığı meslek hastalığı sayılsın” talebi ile ”Vazife Malullüğü” tanımının ayırımını yapamıyor olması ise kaygı vericidir. Çünkü vazife malulü ile ilgili haklardan faydalanmak için SGK’nın ilgili yönetmeliğinde emekçilerin çalışma gücünün en az %60’ını ya da vazifelerini yapamayacak şekilde meslekte kazanma gücünü kaybetmeleri gerektiği ve ancak vazife malullüğüne sebep olan durumların bildirilebileceği açıkça belirtilmiştir. Meslek hastalığı tanımı ise herhangi bir çalışma ya da meslekte kazanma gücü kayıp oranına gerek olmadan bildirimi zorunlu olan ve gerek Türkiye’nin taraf olduğu Uluslararası Çalışma Örgütü’nün sözleşmeleri gerekse ulusal mevzuat gereği işverene bu hastalıkları önlemede yükümlülük belirleyen bir durumdur.

Biz buradan Bakan Zümrüt Selçuk’a durumun daha anlaşılır olması için, daha basit bir şekilde, sağlık emekçilerinin ”COVID-19 hastalığı meslek hastalığı sayılsın” talebini açıklayalım. Sağlık emekçileri, engelli hale geldikten ya da öldükten sonra herhangi bir maddi talepte bulunmuyor; zorlu pandemi süreci ile mücadele ederken yaşadıkları zorlukların görünür olmasını; liyakat sahibi olmayan yöneticilerin, emekçilerin güvenlik ve sağlıklarını korumak konusunda sorumluluklarını yerine getirmesini ve enfekte olmaları durumunda yaşadıkları sıkıntıların tazmin edilmesini talep ediyorlar. Dahası, halkın sağlığını korurken, kendi sağlıklarının korunması için de mücadele ediyorlar.

  • Kocaeli İl Sağlık Müdürü bir lastik firmasının reklamını üstlenerek sağlık emekçilerinin önceliğini görmediğini gösterdi.

[su_box title=”TOPLUMSAL MÜCADELE-SAĞLK MUHALEFETİ” style=”soft” box_color=”#9bb1be” title_color=”#080404″ radius=”0″][/su_box]

  • TTB pandemide 9. ay raporunu bu hafta yayımladı. Ana başlıklar şu şekilde:
    1.  Sağlık Bakanlığı’nın açıkladığı toplam 1 milyon 700 binin üzerindeki vaka sayısı doğru değil. Bugüne kadar yapılan 20 milyon testin, yüzde 15 pozitiflik oranı üzerinden değerlendirildiğinde 3 milyon vaka sayısının ortaya çıkıyor.
    2. ‘İşçi sınıfındaki virüs yaygınlığı toplumun iki katı’
    3. ‘Sağlık çalışanlarındaki virüs yaygınlığı toplumun üç katı’
    4. Prof. Yalım: Pandemide triaj olmaz
    5. Prof. Bulut: Aşı vurulmaktan kimse endişe etmesin, yeter ki onay süreci şeffaf olsun
    6. Doç. Dr. Erdoğdu: Bütçeden sağlığa yüzde 10 ayrılması gerekirken yüzde 5.7’de kaldı
    7. Prof. Akkurt: Meslek hastalığı tüm sağlık çalışanlarını kapsamalı
    8. Prof. Karcıoğlu: Yoğun bakımlarda yüzde 100’ün üzerinde yoğunluk var.
    9. Dr. Yerlikaya: Kanser taramasıyla ilgili sorun var.
    10. Prof. Şenol: Emniyetli izolasyon süresi 14 gündür.
    11. Doç. Dr. Davas: Filyasyon yakıcı bir sorun haline geldi
    12. Prof. Kurt: Aşı yeterli değil, kapanmanın mutlaka olması gerekiyor.
    13. Covid-19 meslek hastalığı olarak bir an önce tanınsın!
  • Af Örgütü: Pandemi özgürlüklere büyük darbe indirdi

Uluslararası Af Örgütü’nün Almanya temsilciliği, 10 Aralık İnsan Hakları Günü vesilesiyle açıkladığı raporda, salgının insan hakları ve özgürlüklere etkilerini değerlendirdi. Af Örgütü’nün hazırladığı raporda, basın özgürlüğünün kısıtlanması, seçimlerin ertelenmesi, zorunlu karantina, azınlıkların ayrımcılığa uğraması ve dijital izlenme gibi başlıklarda salgının hak ve özgürlüklere etkisi mercek altına alınıyor.

Af Örgütü Almanya Temsilcisi Markus Beeko son yıllarda insan haklarında iyileşmeler kaydedildiğini ancak şimdiyse Covid-19’un büyük adaletsizliklere yol açtığını ifade etti. Otoriter hükümetlerin sayısının arttığına işaret eden Beeko, bunun da sivil topluma kısıtlamaları beraberinde getirdiğini belirterek “Pandeminin geriye dönüşü hızlandırdığını görüyoruz” dedi. İnsan haklarının kriz durumlarında aslında bir koruma işlevi görmesi gerektiğini vurgulayarak “İnsan hakları, İkinci Dünya Savaşı’na ve Yahudi soykırımına bir yanıttı” değerlendirmesini yaptı. Beeko, pandeminin Almanya’da da özgürlükleri etkilediğini ifade ederek alınan önlemler nedeniyle dolaşım ve toplanma özgürlüğü gibi hakların kısıtlandığını söyledi. (https://yeniyasamgazetesi2.com/af-orgutu-pandemi-ozgurluklere-buyuk-darbe-indirdi/ )

  • İHD’den Karadeniz Bölgesi cezaevleri raporu: İşkence, kötü muamele, Kürtçe yasağı ve koronavirüs tehdidi

İnsan Hakları Derneği (İHD) Merkezi Hapishane Komisyonu Karadeniz Bölgesi’ndeki cezaevlerinin fiziki durumu ve burada kalan kalan tutuklu ve hükümlülerin yaşadığı hak ihlalleri rapor haline getirildi.  Raporda genel olarak tutukluların özellikle pandemi sürecinde yaşadığı zorluklar olmak üzere genel olarak cezaevi koşullarında yaşatılan zorluklara değinildi. Kapasitesinin üstünde kişilerin kaldığı koğuşlara pandemi başlangıcında,  hijyen malzemeleri verildiği ancak şu an ayda bir kez bir litre sıvı sabun ve bir litre çamaşır suyu verildiği, maskelerin ise yalnızca telefon görüşüne çıkarken verildiği öğrenildi.

Başta salgının bulaşmaması adı altından mahkumların aileleriyle olan görüş günleri yasaklanmasına rağmen daha sonra alınan bu tedbirlere rağmen mahkumlar toplu bir şekilde koronavirüs hastalığı olmuştur. Alınan tedbirlerin de aslında mahkumları korumaya yönelik olmadığı yani en azından amacın bu olmadığı bariz bir şekilde belli olmuştur. Pandemi dönemi adı altında var olan haklarında ihlal edilmesi amaçlanmıştır. Mahkumlar bu dönemde var olan kitap, gazete, mektup gibi haber alma kaynaklarından mahrum bırakılmıştır. Özellikle bu pandemi sürecinde koronavirüs olan mahpuslar hastaneye sevk edilmemektedir. Kronik rahatsızlığı olan ve farklı ağır hastalıkları olan mahkumlar tedavi edilmemekte ve bu pandemi süreci bahane edilerek tedavi süreçleri daha da ertelenmektedir. Hastane tarafından cezaevinde kalamaz raporu verilmesine rağmen buna yönelik bir şeyler yapılmamaktadır. Belirtileri olan mahkumlar Koronavirüs şüphesi ile izole edilmemekte diğer mahkumlarla kalmaya devam etmekte ve bu mahkumlara herhangi bir test yapılmamaktadır. Ailelerinin de kendileri hakkında sağlıklı bir bilgi alamadığı mahkumlar adeta kaderine terk edilmiş durumdadır. Mahkumlar bu süreçte zor koşullar altında başlattıkları açlık greviyle de yaşam mücadelelerini devam ettirmektedirler. (https://sendika.org/2020/12/ihdden-karadeniz-bolgesi-cezaevleri-raporu-iskence-kotu-muamele-kurtce-yasagi-ve-koronavirus-tehdidi-603076/?utm_campaign=Bundle&utm_medium=referral&utm_source=Bundle)

[su_box title=”JİN” style=”soft” box_color=”#8360b1″ title_color=”#080404″ radius=”0″][/su_box]

Haftamız da hayatımız boyunca olduğu gibi insani haklarımızı hatırlamak ve hatırlatmakla geçti. İstismarların suç olmasındaki temel mesele, bir insanın başkasının hayatında o an ve devamında hissedeceği bir hakimiyet hissi ile elinden yaşam hakkının zor yoluyla alınabileceğinin söylenilmesidir. Bunun bir cinsiyete planlı şekilde uygulanması, kadınların fethedilen topraklar olarak görüldüğü zihniyetin ürünüdür. Bu hafta bir halkı zapt etmek, sessizleştirmek için elinden gelen kötülüğü yapanlar bir yanda, erk olduğu alanda yaşı ve kıdemi ile yaptığının “eril tahakküm olduğunu düşünemediği” yalanını söyleyenler bir yandaydı. Gözler kapalı, kulaklar tıkalı yaşanan hayatlar da, şiddetin ölçüsünü hayal etmekten kaçan hassas ruhlar da örgütlü şiddetin işbirlikçisi olmaktadırlar. Örgütlü şiddete karşı her bir kişiyi kocaman bir dayanışma ağı iyileştirebilir, bunu biliyoruz. Ayrıca bildiğimiz bir de şu var: Kendi sesimizi biz kazandık, kendi cesaretimizi biz üretiyoruz. Hayata verdiğimiz emek ve güzellik gölgelenemez!

  • Bir çocuğun çıkaramadığı ses olmak zorundasın!

Batman’ın Gercüş ilçesine bağlı bir köyde geçtiğimiz günlerde 15 yaşında bir çocuğun, karın ağrısı şikayeti ile gittiği hastanede gebe olduğu ve tecavüze uğradığı duyuldu. Jinnews gazetesinin başlattığı soruşturma kapsamında, cinsel istismar ve fuhuş iddiası ile aralarında uzman çavuş, polis ve korucuların da bulunduğu 27 erkeğin isminin geçtiği, fakat 11 erkeğin isminin soruşturma dosyasına eklendiği bilgisine ulaşıldı.

Olaya dair görüşlerini dile getiren Gercüş halkı bu olayın sadece bir kereliğine mahsus olmadığını söyledi ve bunun devlet eliyle Gercüş teki kadın ve gençler üzerinde geliştirilen bir politika haline geldiğini belirtiler. Özellikle son dönemde bazı erkeklerin işbirliği ile kadınların bu polis ve çavuşlarla tanıştırıldığı belirtildi ve bu durumun yaklaşık son 8 aydır aktif bir şekilde devam etmekte olduğu bilinmektedir. Bundan önceki diğer bir tecavüz olayının, Musa Orhan’ın in bir devamı olduğu ve halkın buna alıştırılmaya çalışıldığı ortaya çıktı. Musa Orhan daki gibi bu olayın da devlet tarafından faillerin korunmaya çalışıldığı görülmektedir.

Özellikle Kürt kadınları üzerinde geliştirilen bu politikalarla amaç sadece bir halkın psikolojik olarak mücadelesini kırmaktır. Sistemin gelişen kadın mücadelesi karşısında çaresiz kaldığının bir göstergesidir. Bu mücadeleyi kırabilmek için ise yapabileceği tek şey ya kadınlarına tecavüz edip ya da akıbeti bile belli olmayan ve yaklaşık 1 yıldır kayıp olan Gülistan doku gibi faili meçhuller ile halkın mücadele umudunu yok etmeye çalışmaktadır…

  • ‘Onlar yıkacak biz kuracağız’

“Evimizi kaybettik, yani günlük yaşamın aşinalığını. İşimizi kaybettik, yani bu dünyada bir işe yaradığımıza dair inancı. Dilimizi kaybettik, yani tepkilerin doğallığını, jestlerin basitliğini, duyguların serbestçe dışavurumunu. (…) Ve bu özel yaşamlarımızın parçalanması anlamına geliyor.” Hannah Arendt, “Biz mülteciler” adlı makalesinde göçün yıkıcılığını bu şekilde ifade ediyor. Sadece toplumsal, kültürel, ekonomik bir kayıptan değil göçün sebep olduğu o kırılganlıktan, duygularımızdaki bitkinlikten, kendimize sızdığımız yerlerdeki tıkanma ve kayıplardan da söz ediyor.

Hatırlamakta fayda var: Bu topraklarda, Kürtlerin 1984 yılında başlayan 1990-1995 yılları arasında artan zorla yerinden edilmeleri sürecinde 3700’den fazla yerleşim yeri boşaltıldı, 3 milyondan fazla Kürt köylüsü göçe zorlandı. Kadınlar ise bu göç süreci öncesinde, göç yolunda ve “kente entegre” olurken erkeklerden farklı deneyimlediler. Biraz daha geriye gitmek mümkün: 1925 Şark Islahat Planı’yla başlayan ve 1934’te İskân Kanunu’yla devlet tarafından yerinden edilenlere en azından yerleşecek bir yer, ekip biçecek alan gösteriliyordu. 90’larda devletin Kürtleri yerinden ederken yerleşecek bir yer gösterme “nezaket”inde bulunmadığını da söyleyelim.

Kürt kadınlar, göçle, tıpkı Arendt’in söz ettiği türden bir parçalanmışlıkla “yabancı” bir toplumsal ilişki yumağına sürüklendi. Dilinin, sözünün, eyleminin ve emeğinin hükümsüzleştiği kentlere, alıştıkları toplumsal, kültürel ve ekonomik çevrenin dışına itildikleri kentlere tutunmaya çalıştılar. Pazarlık gücünden yoksun emekleriyle kayıtsız ve güvencesiz iş piyasasında, sömürünün en açık işlediği mevcut neoliberal düzende yerlerini aldılar.

Sermaye, Kürt bekâr genç kadın ve kız çocukları sayesinde özellikle tekstil sektöründe hem etnik kimliği hem de kadınlık durumunu lehine kullanmayı ihmal etmedi. Sosyal dışlanma kaygısıyla yaşadıkları mahallenin dışına çok az çıktılar, çıktıklarında da masum ve mağdur oldukları ölçüde sevildiler. Mağduriyet dışında bir öznellik gösterdiklerinde ise dışlandılar, ayrımcılığa ve erkek-devlet şiddetine yeniden ve yeniden uğradılar. Dışlanmayı aşmak için ön yargıları kırma yükümlülüğü yine dışlananda idi. Kürtlerin göç ettikleri kente “entegrasyon” veya “uyum”u için (kadın özgürlük mücadelesi bunların yerine “birlikte eşit yaşam”ı koyuyor) dahi bir politika üretilmedi. Sadece, Kürt düşmanlığının sermaye, okul, medya ve yargı eliyle yeniden üretilmesine şahit olduk.

90’larda zorla yerinden edilen Kürtlerin göç hikâyelerine dair çok şey yazıldı, araştırmalar yapıldı, filmler çekildi. Kürt kadınların deneyimleri ise hem her kadın özelinde biricikti hem de kolektif göç belleğinin bir parçasıydı. Ortaklaştığı yer ise “geçicilik”, “araf”, “sıkışmışlık” kelimelerinde ifade buluyordu.

Peki, 20-25 sene sonra ne oldu? Göç İzleme Derneği’nin kısa bir süre önce ikinci baskısını yaptığı “2015-2016 Sokağa Çıkma Yasakları Sürecinde Kadınların Göç Hikâyeleri” adlı kitapta kadınların anlattığı hikâyeler hem yeni hem de çok eski, hem çok tanıdık hem de çok “yabancı”. Hikayesini paylaşanlardan biri olan Evin:  “Evimiz neden yıkıldı demiyoruz. Biz artık kendi gerçekliğimizi biliyoruz. Böyle şeyler her zaman başımıza gelecek, onlar yıkacak biz kuracağız.”.

  • El Salvador’daki Industrias Florenzi adlı maquila fabrikası, artık bir maquila fabrikası değil!

Maquila, serbest ticaret bölgelerinde bulunan, çoğunlukla tekstil üretimi yapan, birçok vergiden muaf tutulan yabancı sermayeli fabrikalara verilen ad. Orta Amerika’da 90’lı yıllarda yaygınlaşan bu fabrikalarda çoğunlukla ucuz iş gücü olarak kadın emeğinin kullanıldığı yerler. Sahipleri yıllarca sömürdükleri kadın işçilere haklarını ödemeden fabrikayı kapatıp gidince, 113 kadın işçi 8 Temmuz’da fabrikayı işgal etti. O günden bu yana direnişteler. Bu 113 kadın yalnızca gasp edilen hakları için mücadele etmiyor. Yüzlerce kadının hayatından çalan bu işçi cehennemini feminist bir mücadele ve dayanışma alanına, bir okula dönüştürdüler.

1980-1992 yılları arasında süren sivil savaşın ardından, dönemin iktidar partisinin en büyük projelerinden biri maquilalardı. Bu projenin anahtarı, tüm Orta Amerika hükümetlerinin kullandığı formatı yeniden üretmekti: Ucuz işgücü karşılığında istihdam yaratan vergi teşvikli tekstil fabrikaları.Plan uygulamaya kondu ve bugün El Salvador’da 56 binden fazla istihdam yaratmış, vergi muafiyeti olan 17 serbest bölge var. Bu maquilalar tarafından üretilen giysilerin çoğu ABD’ye ithal ediliyor. İşte Florenzi’nin hikâyesi, aynı zamanda yoksulların zenginlerin giysilerini diktiği bu neoliberal sisteme karşı savaşan bazı kadınların hikâyesi. (https://www.kadinisci.org/2020/12/07/el-saldavodorda-kadin-isciler-fabrikaya-el-koydu/)

  • Arjantin Temsilciler Meclisi’nde başlayan kürtaj yasası tartışmaları sonucunu kadınlar sokakta karşıladılar. Temsilciler Meclisi’nde 131 lehte, 117 aleyhte ve 6 çekimser oyla, kürtajın yasallaşması vicdani reddi de içerecek şekilde onaylandı. Kürtajın yasallaşması için Senato’nun da yasayı onaylaması şart. Önümüzdeki haftalarda yasa Senato’da görüşülecek. Kadınlar sokaklarda sonucu kutladı. Mücadele sürüyor!

[su_box title=”YENİ YAŞAM” style=”soft” box_color=”#7ce960″ title_color=”#080404″ radius=”0″][/su_box]

·       Metal Kolektif’in yürüyen kadınları – Vecdi Erbay

Sanatsal yaratıcılığın önünü kesen birçok neden vardır ve bunlardan biri de insanların kendilerine seçtiği meslektir gibi gelir bana. Meslek dediğimiz şey, çoğu zaman insanın içindeki sanatsal yaratıcılığı törpüleyerek ortadan kaldırabiliyor. Bu durumda meslek, insan için başka türlü bir hapishane işlevi de görmüş oluyor. Ve hayat, bu hapishanenin parmaklıklarını kırabilmek gücünü ve şansını her zaman herkese tanımıyor. Ancak hem hayatını idame ettirmek için seçtiği mesleği layıkıyla yapan hem de sanatsal üretimden geri kalmayan insanlar da var. Bu şanslı insanlardan biri de 20 yıldır hemşirelik yapan ve son 10 yıldır resim ve heykel yapan Hediye Yaşar. Son 10 yılda bir resim sergisi açan Yaşar, değişik işlerde çalışan kadınlarla bir araya gelerek Metal Kolektif’in oluşmasına da ilham verdi.

Yaşar, “Aslında hepimiz çığlık çığlığayız ama bir şekilde suskun kalmış bir toplumuz. Bunu aktaracağımız bir yer sanat gibi geliyor bana. Biraz kaçış ve direniş alanımız oldu sanat. Boşluğa çığlıklarımızı bırakıyoruz ve sesimiz bir yerde yankılanacak” diyor. Hediye Yaşar, serginin ardından 50 kadının Metal Kolektif çatısı altında bir araya gelmesini ise şöyle anlatıyor: “Kadın arkadaşlarla zaten tanışıyorduk. Kimiyle iş yerinden, kimiyle sosyal medyadan. Onları resim ya da heykel yapabileceklerine inandırmam çok zor olmadı. Onlara, “Ben yaptıysam siz de yaparsınız” dedim. Ayrıca sanatla ilgilenmek, resim ya da heykel yapmak büyük sanatçı olmak hırsından çok neden derdimizi anlatabilmek için olmasın?

  • Halkbeskoop tarladan başlattığı yürüyüşünü sürdürüyor!

Halkbeskoop Tüketim Kooperatifi, taşındığı yeni yerinden bir tanıtım videosu yayımlayarak “Birlikte çoğalıp büyüyüp kapitalizmin dayattığı endüstriyel gıdalar yerine halkın en doğal hakkı olan, doğal ve sağlıklı gıdaları sofralarımıza taşıyacağız ve birlikte gıda egemenliğine doğru dayanışarak birlikte ulaşacağız. Bu bir ütopya gibi görünebilir ancak her şey bir ütopyayla başlar.” dedi.

  • Mezitli Üretici Kadın Kooperatifi : “Öğreniyoruz, deniyoruz: Kentsel tarım”

Tarımsal alanlarla yerleşim alanlarının yani kentlerin birbirinden ayrışması sanayileşme ile başladı. Kentsel bölgeler, daha fazla gelir sağlayan sanayi ve yerleşim alanlarına tahsis edildi. Tarım ve hayvancılık, yöre insanının gereksinimlerini karşılamak için yapılan bir üretim faaliyeti olmaktan çıktı, işlenebilir, stoklanabilir ve taşınabilir bir faaliyete dönüştü.  Bu ayrım bir yandan büyük ölçekli üretime ve gıda ürünlerinin taşınmasına bağlı olarak aşırı enerji kullanımı, iklim değişikliği gibi sorunları önemli ölçüde artırırken, diğer yandan da ulaşılabilir, güvenilir ve adil bir şekilde fiyatlandırılmış gıda ürünlerine erişimi başat sorunlar arasına taşıdı. Tarım ve hayvancılığın ihtiyaçtan ziyade stoklanılabilen işlenebilen bir faaliyete dönüşmesi ile yoksul kesimin ihtiyacını gideren bir faaliyet olmaktan da çıkmıştır. Süreklileşen ekonomik krizlerin artırdığı kent yoksullarının geçimlerine destek olacak yeni çözümler araması, sağlıklı gıdaya erişmek isteyen tüketicilerin giderek artması ve doğa ile uyum içerisinde kentleşmeyi bir kent hakkı olarak gören bölge insanlarının talepleri ile kentsel tarımı kavramı tartışılmaya ve kentsel tarımının birbirinden ilginç uygulamaları dünyanın dört bir köşesinde görülmeye başlandı.

  • Kentsel tarım, kent içinde ve çevresinde yapılan tüm gıda üretim faaliyetleridir. Kimi zaman sadece geçimlik olarak yapılabildiği gibi, kimi zaman ticari olarak da yapılabilir. Ama her iki durumda da yerelde üretilen yerelde tüketilir, gıda üretimi büyük ölçekli işletmeler yerine küçük ölçekli yerel üreticiler tarafından gerçekleştirilir. Yani aslında kar amacı gütmeyen temelde beslenme ihtiyacını karşılayan bir faaliyettir. Amaçları arasında sağlıklı, yeşil yaşanılabilir kentler oluşturmak, güvenli gıdalar elde etmek, yoksullukla mücadele etmek, doğa ile birlikte üretim ve atık toprakları değerlendirmektir. Kentsel tarım, içerisinde üretici, tedarikçiyi ve tüketiciyi de bulunduran bir döngüsel faaliyettir. (https://bianet.org/bianet/tarim/235836-ogreniyoruz-deniyoruz-kentsel-tarim )

[su_box title=”AŞI TARTIŞMALARI” style=”soft” box_color=”#c14036″ title_color=”#080404″ radius=”0″][/su_box]

  • 8 Aralık’ta Biontech ve Pfizer’in koronavirüs aşısına ilk kullanım izni veren ülke olan İngiltere, aşılama uygulamasına geçti.
  • ABD Gıda ve İlaç Dairesi (FDA), Pfizer ve BioNTech tarafından geliştirilen Covid-19 aşısına acil kullanım onayı verdi.
  • BioNTech’in CEO’su Uğur Şahin aşının tek dozluk kullanımı için de Pfizer’la değerlendirme yapacaklarını açıkladı. İlk doz uygulandıktan 12 gün sonra etkinlik göstermesine değinen Şahin, “Bu veriye şaşırdık. İkinci doz uygulandıktan sonra bağışıklığın arttığını biliyorduk. Tek dozluk bir aşı için ortağımız Pfizer’la kesinlikle bir değerlendirme yapacağız” ifadelerini kullandı.
  • Türkiye’de aşı uygulamasına 25 Aralık’ta başlanması planlanıyor. Sağlık Bakanlığı günde 450 bin doz aşı yapmayı hedefliyor. Sağlık Bakanlığı’nda yürütülen, hükümet ve AKP’de yapılan toplantılarda paylaşılan bilgilere göre, kronik hastalar ve evden çıkamayacak durumda olanlar için aşılar evlerinde yapılacak. Aşılama çalışmalarında filyasyon ekibinde yer alan sağlıkçıların yanı sıra aile hekimleri de görev alabilecek.
  • Yerli aşıda Faz 2 çalışmalarına 25 Aralık’ta başlanacak.
  • CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu başkanlığında toplanan CHP Covid-19 Danışma Kurulu, derhal ‘Aşılama Acil Durum Eylem Planı’ hazırlanması gerektiğine dikkat çekti ve “en az 14 günlük, ideal olarak 28 günlük tam kapanma uygulanmalı” çağrısı yaptı.
  • Aşıda hegemonya mücadelesi. Batı hükümetleri Kovid-19 aşısını sadece kendileri için isterken Çin ve Rusya’da üretilenlere karşı tutum dikkat çekiyor. Fransa’da gerici yasalara karşı mücedele sürüyor. İngiltere gündemi ise Brexit. (https://www.evrensel.net/haber/420908/asida-hegemonya-mucadelesi )
  • Covid-19 aşıları ve ötesi – Zülküf Güneş

Son bir yılda toplumsal yaşamın parçası haline gelen koronavirüsü, yediden yetmişe tüm kesimlerin hakkında görüş bildirdiği ve tartışma yürüttüğü önemli bir konu haline geldi. Hal böyle iken geliştirilen aşılar ile ilgili “DNA’mızı değiştireceğine, aşı ile vücudumuza mikroçip yerleştirileceği ve hayvan ceninlerindeki bazı dokuların aşı çalışmalarında kullanılması şeklinde birçok tartışma yürütülüyor. Bu tartışmalara muhatapların gerekli cevaplar verdiğini düşünürsek aşının bir de hukuksal yönüne bakalım. Bir aşının toplumsal temelde kabul edilip edilmemesi hukuksal çerçevede; “bilimsel olarak toplumsal yarar tespit edilmişse hukuk bu toplumsal yarara koruma sağlamak zorundadır. Bilimsel geçerliliği olan şey aynı zamanda kamusal yararı da içeriyorsa hukuk ona koruma sağlar” şeklinde kamusal yararı ön planda tutarak bireysel hakları sınırlandıran bir hukuksal anlayış hâkimdir. Bunun sonucu olarak da aşı ile vücuda müdahaleyi dokunulmaz hak olarak görmezler. Ancak bilinmelidir ki ilaç-aşı tercihi kişisel bir tercihtir ve gönüllülük ilkesine dayanmalıdır. Aşılar ile ilgili kaygılar giderildiğinde böylesine küresel bir salgınının durdurulması için herkes üzerine düşen sorumluluğu alacaktır. Son olarak göz ardı edilen bir konuya daha dikkat çekmek istiyorum. Birçok aşıda kullanılan; domuz jelatini, tavuk yumurtası veya civciv embriyo hücreleri gibi yöntemlerin Covid aşılarında bu uygulamaların kullanılıp kullanılmayacağı henüz tüm aşıların ne içerdiğine dair ayrıntılı bilgi sahibi olmadığımız için vejetaryen ve vegan dostlarımıza verecek bir cevabımız maalesef yok.  Ayrıca bu aşıların geliştireceği alerjik reaksiyonlar ve doğal yaşam etkilerini kaygıyla gözlemleyeceğiz…(http://yeniyasamgazetesi2.com/covid-19-asilari-ve-otesi/)

[su_box title=”AKADEMİDEN” style=”soft” box_color=”#b3853a” title_color=”#080404″ radius=”0″][/su_box]

İnfluenza salgınlarının kontrolünde okul kapatmalarının bir hayli pozitif etkileri olduğu sistematik derlemelerce (Jackson et al., 2014; Rashid et al., 2015) zamanında gösterilmiş olmasına rağmen, Covid-19 da dahil olmak üzere herhangi bir coronavirüs salgınında henüz okul kapatmalarının salgın kontrolüne ne düzeyde etki ettiğine dair elimizde net veriler bulunmamakta. Covid-19 salgınında okulların kapatılmasının faydalı olabileceğini düşündüren bilimsel verilerin neredeyse tamamının, bulaştırıcılığın asıl kaynağının çocuklar olduğu bilinen influenza (grip) salgınlarından elde edildiği bilinmektedir. (Viner et al., 2020)

8 Aralık’ta Lancet’in enfeksiyon hastalıkları dergisinde yayımlanan bir makale (Ismail et al., 2020), yaz aylarında İngiltere’de lise öncesi okulların ilk büyük kapanmadan sonra ilk defa açıldığı döneme ait verileri dikkate alarak, okul kapanmalarının salgın kontrolüne etkisini irdeliyor. Yayında, salgının bölgesel olarak düşük yoğunluklu seyrettiği yerlerde okulların açık olmasının bulaşı arttırmadığı, okullarda vaka patlamalarının görüldüğü az sayıdaki yerde ise salgının zaten bölgesel olarak yüksek yoğunluklu sürdüğü gösteriliyor.

Okullardaki bulaş yolları incelendiğinde ise öğrenci-okul personelleri arasında ve öğrencilerin kendi arasında bulaşın nadir bir durum olduğu, bulaşın daha çok okul personelleri arasında görüldüğü belirtiliyor. Yani öğrencilere göre çok daha az sayıda olan okul personeline yönelik yeterince önlem alınabilirse küçük çocukların okula gitmesinin salgın kontrolüne ciddi negatif etkileri olmayabileceği vurgulanıyor.

Cezaevlerinin (Paredes et al., 2020), işyerlerinin (Waltenburg et al., 2020) salgının yayılmasında önemli kaynaklar olduğu kanıta dayalı olarak gösterilmiş olmasına rağmen karantina önlemlerine bu yönlü bir etkinin gösterilemediği okullardan başlanıyor olması, otoritelerin çarpık salgın yönetimi gerçekliğini tekrar gözler önüne seriyor. Okul kapanmalarının uzun vadeli olumsuz etkilerinin daha açıklıkla değerlendirilmeye, diğer konularda olduğu gibi okul konusunda da mevcudun dışında bir salgın yönetimi programını tartışmaya ihtiyacımız var.

Franco-Paredes C, Jankousky K, Schultz J, Bernfeld J, Cullen K, Quan NG, Kon S, Hotez P, Henao-Martínez AF, Krsak M. COVID-19 in jails and prisons: A neglected infection in a marginalized population. PLoS Negl Trop Dis. 2020 Jun 22;14(6):e0008409.

Ismail, S. A., Saliba, V., Lopez Bernal, J., Ramsay, M. E., & Ladhani, S. N. (2020). SARS-CoV-2 infection and transmission in educational settings: a prospective, cross-sectional analysis of infection clusters and outbreaks in England. The Lancet Infectious Diseases.

Jackson C, Mangtani P, Hawker J, Olowokure B, Vynnycky E. The effects of school closures on influenza outbreaks and pandemics: systematic review of simulation studies. PLoS One. 2014 May 15;9(5):e97297. doi: 10.1371/journal.pone.0097297.

Rashid H, Ridda I, King C, Begun M, Tekin H, Wood JG, Booy R. Evidence compendium and advice on social distancing and other related measures for response to an influenza pandemic. Paediatr Respir Rev. 2015 Mar;16(2):119-26. doi: 10.1016/j.prrv.2014.01.003. Epub 2014 Jan 31.

Viner RM, Bonell C, Drake L, et alReopening schools during the COVID-19 pandemic: governments must balance the uncertainty and risks of reopening schools against the clear harms associated with prolonged closure Archives of Disease in Childhood Published Online First: 03 August 2020.

Waltenburg MA, Victoroff T, Rose CE, Butterfield M, Jervis RH, Fedak KM, Gabel JA, Feldpausch A, Dunne EM, Austin C, Ahmed FS, Tubach S, Rhea C, Krueger A, Crum DA, Vostok J, Moore MJ, Turabelidze G, Stover D, Donahue M…; COVID-19 Response Team. Update: COVID-19 Among Workers in Meat and Poultry Processing Facilities – United States, April-May 2020. MMWR Morb Mortal Wkly Rep. 2020 Jul 10;69(27):887-892. doi: 10.15585/mmwr.mm6927e2.

[su_box title=”EKLER” style=”soft” box_color=”#b33a52″ title_color=”#080404″ radius=”0″][/su_box]

  • İş kazası, meslek hastalığı, vazife malullüğü

          Şeref Özcan / Evrensel Gazetesi

“COVID-19’un başta sağlıkçılar olmak üzere işçi sınıfında daha etkili olduğu konusunda pek çok veri mevcuttur. Evde kapanma imkanına sahip olmadığı gibi virüse maruz kalmış kişilerle uzun süre aynı alanı paylaşmak zorunda kalan çalışanlar açısından “maske–mesafe–hijyen” gibi işveren/devlet sorumluluğunu gizleyen yaklaşımların karşılığı bulunmadığını, pandemi süreci öğrenmek isteyenlere mütemadiyen göstermektedir.

Sağlıkçılar ağırlıkla çalışmaları sürecinde; diğer çalışanlar ise işveren talimatı uyarınca evde kalamayıp çalışması, toplu taşıma/servis kullanması, işyerinde ortak kullanılan alanlarda bulunması gibi nedenlerle COVID-19’a maruz kalmaktadır. Anlaşılacağı üzere, COVID-19 hastalığı, sağlık çalışanı işçiler açısından işin yürütüm şartları (COVID-19 hastalarına müdahale etme zorunluluğu) nedeniyle, diğer işçiler açısından da işveren talimatı nedeniyle pandemi sürecinde evde kalamamış olmalarından dolayı meydana gelmektedir. Devlet memuru konumundaki sağlıkçılar yine vazifelerini yapmalarından, diğer devlet memurları da yine işveren talimatı nedeniyle evde kalamamalarından dolayı virüse maruz kalarak COVID-19 hastalığına yakalanmaktadırlar.

COVID-19’un çalışma süreçleri ile alakasız bir durumda meydana gelme ihtimali de şüphesiz bulunmaktadır. Ancak, bu konuda dikkatlerden kaçmaması gereken, iş kazası ve meslek hastalığının yanı sıra vazife malullüğü durumunda da ispat yükünün işverende olduğudur. Bir başka deyişle, çalışanın virüse maruziyetinin, çalışma koşullarından veya işverenin talimatı nedeniyle pandemi sürecinde evde kalamamış olmasından değil de tümüyle bu süreçlerin dışında olacak şekilde kişisel davranışlarından (Düğüne, taziyeye gitmek gibi) kaynaklandığını ispatlaması gereken işverendir.

…Netice olarak söylenecek tek şey ise COVID-19 sağlık çalışanı işçiler için meslek hastalığı, diğer işçiler için iş kazası, devlet memuru konumunda bulunan tüm çalışanlar açısından ise vazife malullüğüdür. Bu gerçekliğin uygulamada karşılık bulmasını ve çalışanların bu yöndeki mağduriyetlerinin giderilmesini ise başta sağlık meslek örgütleri olmak üzere çalışanların diğer kurumlarının birlikte mücadelesi sağlayacaktır. Bu kurumlarımızın gerekli güç ve yeterlilikte olduğunu ise zaten bilmekteyiz.”