KORONA 7 GÜNLÜK (21-27 ARALIK)

ATA SOYER SPO'DAN
Koronavirüsün neden olduğu pandeminin ne yaparsak yapalım başat bir gündem olarak kendini hissettirdiği 2020’yi son günleriyle uğurlamak üzereyiz. Gündem’de Kürt demokratik siyasetine yönelik saldırılar, toplumsal mücadeleler üzerindeki baskılar, Kuzey Doğu Suriye’de halkların kazanımlarına yönelik saldırılar eksilmezken, salgın da ortaya çıkıveren yeni mutasyonlar ve aşılarla ilgili tartışmalar altında ciddiyetini arttırarak sürdürüyor.

Beklendiği gibi egemenler tarafından, aşı tartışmalarıyla süreç mikrop avcılığıyla atlatılmaya çalışılıp sıklığı günümüze doğru artan salgınların kök nedeni olarak, ekolojik yıkımla sonuçlanan kar odaklı insan faaliyetlerinin oluşu üzerine perdeler çekiliyor, görünmez kılınıyor. Aşıya dair daha önce söylediklerimizi bu noktada yineleyelim; Aşı güncele yönelik geçici olarak çözüm sunsa da var olan patriarkal kapitalist, insan merkezci sistem zoonoz üreten bir sistemdir. Ve sıklığı gittikçe artan salgın hastalıklar yaşamımızda eksilmeyecektir. Toplumsal sağlık için ekolojik yıkım, kadının ve emekçilerin sömürülmesiyle sonuçlanan düzen baş aşağı edilmeden toplumsal sağlık sağlanmayacaktır.

Pandemi ortaya çıktığından beri egemenler tarafından bu krizin sermayenin kendi krizini aşması, otoriter rejimlerin güçlenmesi, kadın üzerindeki sömürünün artması, doğa tahribatına yol açan endüstriyel faaliyetlerın hızını arttırması gibi fırsatçılıklara çokça şahit olduk.

Öte yandan pandemiyle beraber ezilenlerin sağlığının, özgürlükleriyle ilişkisinin olduğunu ve sağlık hakkının yine tüm ezilenleri ortak paydada buluşturabilecek, örgütleyebilecek bir hat olduğunu da görebiliriz. Sağlık bilgisinin toplumsallaşması, toplumun salgınlara karşı özyönetim mekanizmalarının güçlenmesi, sağlık hizmetlerinin demokratikleşmesi bugün toplumda herkes tarfından acil ihtiyaç olarak kendini gösteriyor.

Daha önceleri de vurguladığımız gibi pandemi mücadelesi “Yeni Yaşam” mücadelesinin bir parçasıdır.

Hastalığı yaratan koşulları ortadan kaldırmak; devleti, kar maksimizasyonunu ve endüstriyalizmi geriletmekle olur. Hastalıklara karşı toplumun özsavunmasının güçlenmesi de toplumun öz örgütlülüğünün meclisler ve komünler yoluyla güçlendirilmesiyle olur. Toplumsal sağlık; ekolojik, demokratik ve kadın özgürlüğüne dayalı Yeni Yaşam’ın inşasıyla gerçekleşir.

SİYASAL - EKOLOJİK SAĞLIK
Wuhan’dan bu yana covid-19 sürprizlerle dolu bir şekilde yaşamımıza girmeye devam ediyor. Yoğun bir şekilde toplumun tüm gündemi “aşı” tartışmalarına indirgendiği bir zaman diliminde; Covid’in mutasyona uğradığı bilgisi dikkat çekmeye başladı: “covid-19 mutasyona uğradı. Şimdi yüzde 70 daha bulaşıcı!”. Bir yandan korkunun sürekli işlendiği, kaygının bireye indirgendiği bir süreçten geçiyoruz. Mevcut neoliberal sistemin devamlılığını sağlanırken; üretim ve tüketim sürdürebilme adına insanlar yaşasın da nasıl yaşarsa yaşasın anlayışıyla toplum dizayn edilmeye çalışılıyor. Yaşanılır olmayan neoliberal sisteme alternatif sunan, karşısında duran ve daha yaşanılabilirliği için mücadele eden toplumun tüm kesimlerini hedefe koymakla kalmayıp, salgın koşullarını da bir sopa gibi kullanıp toplumsal muhalefeti bastırmaya çalışıyorlar.

Demokratik, ekolojik, kadın özgürlükçü bir perspektifle toplumun her kesimin kendisini yansıtabileceği çatı bir örgütleme olan DTK(Demokratik Toplum Kongresi) önce kriminalize edilerek adresine operaysan yapıldı. Kamuoyuna açık yapılan kongreler, çalıştaylar, açılamalar vb çalışmalar suç unsuru olarak değerlendirilip DTK mühürlendi ve bu çalışmalara katılanların adresine operasyon yapılıp yargılandılar. Bu soruşturması kapsamında yargılanan, DTK Eş Başkanı Leyla Güven, Diyarbakır 9. Ağır Ceza Mahkemesinde görülen dava kapsamında verilen 22 yıl 6 ay hapis cezası ve tutuklama kararının ardından tutuklandı.

Dört yıldır anayasa ile çelişmesine rağmen tutsak olan HDP eski Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın; avukatlarının AİHM başvuru sonrasında büyük daire: “Duruşma öncesi uzun süren tutukluluk süresinin ve yaptığı siyasi konuşmaların temel alındığı kanıtlara dayanarak yapılan terörle bağlantılı suçlamaların, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne aykırı olduğu” belirtildi. “Tutukluluğu süresince yerel mahkemeler tarafından, dava öncesi tutuklu kalması için gerekli olan makul şüpheyi sağlayacak hiçbir vaka ya da bilgi sunulamamıştır. Tutukluluğa konu olan suçları işlediğine dair makul bir şüphe de dolayısıyla yoktur. Aynı gözlemler sonucu, Demirtaş’ın seçilme ve parlamentoda olma hakkının da ihlal edildiği sonucuna ulaşılmıştır.” AİHM karalarının bağlayıcılığı olmasını göz ardı edip Adalet bakanı ve yerel mahkemelerin değerlendirmelerine fırsat dahi verilmeden; cumhurbaşkanı ve içişleri bakanı mahkemelerini kurup Selahattin Demirtaş’ın “terörist” olduğu kararlarını kamuoyu ile paylaştılar. AİHM kararlarını tanımayacakları ifade ettiler.

Bu yaşananlar kamuoyunda “yargı reformu” söylemlerini yoğun tartışıldığı zaman diliminde gerçekleşti. Bu bölünmüşlük yaşanan krizlerin yaratıcısı olan iktidarların; toplumun bir kısmının öcüleştirerek, ötekileştirerek, baskı kurarak dizayn etmeye çalışırken; geri kalan kısımla uzlaşarak, millileşerek yaşanan krizlerin sebebini kendi dışındakilerle maskeliyor. Bu durum ancak toplumsal mücadele ve alternatif yaşamların pratiğiyle aşılabilir. Çünkü covid-19’dan önce ama yoğunluklu olarak da sonra insanlar birer otomata dönüştürülmeye çalışıyor. Büyük bir kesimin emeği dışındaki bütün yaşamı dijitalleşti; alış-veriş, eğitim, sosyal yaşam vb.

2020 yılında pandemi koşullarında Türkiye’de doğal ve tarihi sit alanlarına HES, JES, kanal, baraj ve maden projelerinin yapılmasının yanı sıra ‘güvenlik’ gerekçesiyle ormanların yakılması damga vurdu. Doğadaki tüm varlıkları birer meta olarak gören kapitalist sistem anlayışı ile yürütülen politikalar sonucunda insanlığın yüz yüze kalmış olduğu iklim krizi ve ekolojik yıkım, geride bırakmak üzere olduğumuz 2020 yılında daha da katlandı. Büyük ekonomik kârlar elde etmek amacıyla hem yerellerde hem de çok uluslu şirketler eliyle yer kürenin dört bir ucunda girişilen dünya adeta sınırsız bir yağmalanma hali içerisinde. Küresel ısınmadan talan edilen ormanlara, solunan zehir oranı her geçen gün artan havadan kurutulan göl ve nehirlere, çoraklaşan toprak, giderek yükselen kıyı deniz seviyesi ve milyonları bulan iklim mültecisi gibi sorunlar gün geçtikçe insanlık için kasvetli bir problem olmayı sürdürüyor.

***

Dünyada hava kirliliğinden öldüğü mahkeme kararlarıyla kayda geçen ilk kişi henüz 9 yaşındaki bir kız çocuğu Ella oldu. Ella Kissi-Debrah, kısa yaşamı boyunca astım nöbetleri ve akut solunum yetmezliği çekti. Üç yıl boyunca tam 27 kez hastaneye kaldırıldı. Ella’nın ölümü ile ilgili verilen raporda ölüme şiddetli astım krizi sonucu akut solunum yetmezliğinin neden olduğu yazıyordu. Aile ve avukatlarının Ella’nın ölümünde hava kirliliği ve çevresel faktörlerin araştırılması talebiyle yıllarca sürdürdüğü ısrarları sonrasında dava aralık 2019 tarihinde İngiltere Yüksek Mahkemesinde yeniden açıldı. Savcılık tarafından yapılan soruşturmada Ella’nın evinin yakınındaki hava kirliliği seviyelerinin, ölümünden önceki üç yıl boyunca Dünya Sağlık Örgütünün (DSÖ) belirlediği sınırın ve AB’de yürürlükte olan yasal seviyenin üzerinde olduğu tespit edildi. Bu, ulaşım kaynaklı hava kirliliğinin Ella’nın ölümünde doğrudan etkisi bulunduğunu ortaya koyuyordu. (https://www.evrensel.net/yazi/87777/ellanin-olumu)

***

Mehmet Nuri Özdemir: ”DTK Yargılanmaları Üzerine Bir Kafkaesk: Herkes Oradaydı!”
”Kürt siyasetinin politik zeminden ayrıştırılarak tamamen yargı nesnesi haline getirilmesi bugüne kadar çözüm olmadığı gibi bundan sonraki süreçleri de zora sokan bir noktaya doğru gidiyor. Kürtlerin politik mücadeleleri yasadışılıktan öte yasanın yeniden demokrasi, özgürlük ve eşitliği içerek şekilde kurulması, kapsamının genişletilmesi ve adaletin başta Kürt halkı olmak üzere kimseyi ayrıştırmadan eşit ve evrensel temelde herkesin erişebileceği bir duygu ve hissiyat yaratmasına yöneliktir. Türkiye’nin hukuka dönmesinin zorunlu koşulu başta DTK yargılanmaları olmak üzere demokratik Kürt siyaseti üzerindeki yargı vesayetinden bir an önce vazgeçmektir.” (https://gazetekarinca.com/2020/12/dtk-yargilanmalari-uzerine-bir-kafkaesk-herkes-oradaydi/)

***

Zeki Coşkun: ”Köle Düzeni Raporu”
”…Aristoteles’in köleliği tanımlarken kurduğu alet-insan ilişkisi, küresel kölelik düzeninde de yürürlükte. “Aletler cansız köle, köleler canlı aletlerdir” denklemi, canlı olduğu göz ardı edilen doğa, dünyanın “alet” olarak kullanımı “antroposen”in açılımı olarak okunabilir. Biz faniler için de durum aynı: Canlı aletleriz neticede.
Profesyonellerin(kendini doğa ve insanın sahibi zannedenler) saldırgan, yıkıcı kullanımı doğa ve insanı ayırt etmiyor. Salgın tüm hızıyla sürerken, yarattığı yıkımlar adeta “kader” gibi sineye çekilirken şimdi kimlerin hangi aşıdan nasiplenemeyeceği konuşuluyor. Doğrudan doğruya hayatımızla ilgili bu süreçte ne insan var ne toplum ne de kurumlar… Her şey iş bilir profesyoller arasında cereyan ediyor.”
(https://www.gazeteduvar.com.tr/kole-duzeni-raporu-makale-1507788)

***

Önder Algedik: ”Covid-19, Kuraklık-20”
”Herkesin bildiği ve beklediği kuraklık geldi. Bu kuraklığın köylüyü soyduğu biliniyordu ama kimse bunu dile getirmiyordu. Sadece tarımsal sulamada Eylül ayında patlayan tüketimle bu ülkede bir dram yaşandığını görebiliriz. Şimdi kuraklıkta suç HES ve asfalt-beton şirketlerine değil, halka atılıyor olsa da. Bütün bunların sorumlusu ve suçlusunun “politik kuraklılık” olduğunu biliyoruz.”
(https://www.gazeteduvar.com.tr/covid-19-kuraklik-20-makale-1507824)

***

Dayanağı olmayan iddianamelerle yıllarca ceza alan tutsakların aldıkları cezalarla kalmayarak, fiziksel koşulları çok kötü olan cezaevlerinde idarelerin baskısıyla da covid-19 koşullarında yaşamlarını sürdürmeleri daha da zor oluyor. Tutukluların sesine kulak verilmeli aksi halinde açlık grevleri farklı bir aşamaya girebilir: Cezaevlerindeki tutukluların yapabilecekleri en son şeyin açlık grevi olduğunun altını çizen Aksoy, “Çok açık söylüyorum, şu an ölümü kucaklayacak olan sayısız insan var. Eğer adım atılmazsa bu dönüşümlü açlık grevi farklı bir aşamaya geçebilir. Onların takdiri ama öyle sanıyorum ki bir süresiz-dönüşümsüz açlık grevi tekrar başlayacak.

***

Türkiye genelinde pandemi tedbirleri kapsamında uygulanan sokağa çıkma yasağında birçok belediye, boş kalan sokakları temizleme paylaşımı yaparken, bu paylaşımı yapanlardan biri kayyım atanan Batman Belediyesi oldu. Kentin Karşıyaka, Hürriyet, Güneykent, Kuyubaşı, Toki ve Çamlıca mahallelerinde iki gündür suların akmamasına yurttaşlar, sosyal medya hesaplarından tepki gösterdi. Yurttaşlar, su ihtiyacını başka mahallelerden bidonlarla taşıyarak karşılamaya çalıştı. Yoğun tepkiler üzerine 5 mahalledeki su kesintisine son verildi, ancak kesintiye ilişkin bir açıklama yapılmadı.

***

Mardin’in Mazıdağı ilçesinde Sakarya’ya giden Kürt işçilere yönelik 4 Eylül 2020’de işveren ve köylülerin gerçekleştirdiği ırkçı saldırıya ilişkin “Halkı kin ve düşmanlığa sevk etme suçu”ndan başlatılan soruşturmaya takipsizlik kararı verildi. Kürt emekçilerin avukatları karara itiraz etti.

***

Dersim’de 2017 yılında bir çatışmada yaşamını yitiren ve 2 Mart 2020 tarihinde ise cenazesi ailesine kargo ile gönderilen PKK’li Agit İpek’in annesi Halise Aksoy’un dün akşam saat 16.00’da evde bulunan Halkların Demokratik Partisi (HDP) Meclis Yürütme Kurulu (MYK) üyesi olan misafirlerine yönelik ihbar olduğu gerekçesi ile polis baskın düzenledi. Baskın sırasında evinin kapısı kırılan Aksoy, daha sonra misafirleri ile birlikte beton üzerinde yüzükoyun yere yatırıldı. Evde arama yapılırken, Aksoy ve 4 misafiri polislerce darp edildi. Darp sırasında misafirlerden birinin kafası yarıldı. Evde 5 saat boyunca arama yapılırken aramanın sona ermesinin ardından Aksoy, evde bulunan 4 kişi ile birlikte Diyarbakır Emniyet Müdürlüğü’ne götürüldü. 4 saat boyunca ifadeleri alınan Aksoy ve 4 misafiri daha sonra serbest bırakıldı.

***

Maraş Katliamı Türkiye’nin yakın tarihinde en acıtıcı ve en ağır cinayetlerin yaşandığı bir olay degildir yalnızca. Öldürülen ve yaralanan insanların, talan edilen, yakılıp yıkılan evlerin ve işyerlerinin önümüze koyduğu vehamet resmi olarak gösterilenin çok ötesindedir. Orhan Gazi Ertekin tarafından derlenen “Maraş Katliamı”adlı çalışma 19-26 Aralık 1978’de Maraş’ta işlenen katliama ışık tutmayı amaçlayan bir çalışma. Katliamda ve katliam sonrası yaşamını yitiren Mehmet Mengücek, Mehmet Ceren, Fehmi Özarslan, Saim Sağnak ve Ahmet Demir’e atfedilen kitapta katliam günlerinde direnen bir avuç devrimciden Hamit Kapan, Tahsin Kozanoğlu, Derviş Koç ve Saim Sağnak o yılara ait anılarına yer veriyor. Kitapta aynı zamanda katliam sürecinde babalarını yitiren Birgül Metin Sarıkaya, Seyit Sönmez, Halit Bozdoğan ve Fevzi Saygılı’nın babaları için yazdıkları yazılar da var.

***

Yönetmen Selim Yıldız, Roboskî katliamında hayatını kaybedenlerin anısına çektiği belgeseli(Bira Mi Têtin) 29 Aralık’a kadar çevrimiçi olarak açmış. (https://vimeo.com/146864132)

***

Portekizli yetkililer, İspanyol avcıların ülkede 540 yabani hayvanı öldürmesine sert tepki gösterdi. Söz konusu avın, Portekiz’in orta kesimindeki Torre de Bela av bölgesi yakınlarında bulunan Azambuja’da 17-18 Aralık tarihlerinde gerçekleştirildiği tahmin ediliyor. Portekiz Çevre Bakanı João Fernandes olayı “iğrenç bir çevre suçu” olarak tanımlayarak 16 İspanyol avcının cezalandırılması gerektiğini savundu.

***

Slavoj Zizek: ”Yeni bir yaşam tarzı icat etmemiz gerekecek”

”…Bununla birlikte, bu “hayat devam ediyor” duruşu –bir şekilde virüsle yaşamayı öğrendiğimizin işaretleri– en kötüsü sona erdiği için rahatlamanın tam tersidir. Bu “hayat devam ediyor” duygusu, umutsuzlukla, devlet düzenlemelerinin ihlalleriyle ve onlara karşı protestolarla içinden çıkılmaz bir biçimde karışıyor. Sunulan net bir bakış açısı olmadığından, işin içinde korkudan daha derin bir şey var: korkudan depresyona geçtik. Açık bir tehdit olduğunda korku hissederiz ve uğraştığımız şeye ulaşmamızı engelleyen engeller tekrar tekrar ortaya çıktığında hayal kırıklığı hissederiz. Ancak depresyon, arzumuzun kendisinin yok olduğunu gösterir.

Böyle bir yönelim bozukluğu algısına neden olan şey, nedenselliğin açık düzeninin bize tedirgin edici görünmesidir. Avrupa’da enfeksiyonların sayısı, belirsiz olarak kalan nedenlerden dolayı, artık Fransa’da düşüyor ve Almanya’da artıyor. Kimse tam olarak nedenini bilmese de, birkaç ay önce pandemiyle nasıl başa çıkılacağına dair model olarak el üstünde tutulan ülkeler artık pandeminin en kötü kurbanları. Bilim insanları farklı varsayımlar üzerine kafa yoruyor ve bu benzeşmezlik, kafa karışıklığı hissini güçlendiriyor ve zihinsel krize katkıda bulunuyor.

Bu yönelim bozukluğunu daha da güçlendiren şey, pandemiyi karakterize eden farklı seviyelerin karışımıdır. Önde gelen Alman virolog Christian Drosten, pandeminin sadece bilimsel ya da sağlıkla ilgili bir görüngü değil, doğal bir felaket olduğuna dikkat çekti.”
(https://justpaste.it/247hk)

MEVCUT DURUM - SAĞLIK ÇALIŞANLARININ SAĞLIĞI

Salgın yönetilemiyor! Sağlık emekçileri tükenmeye, ölmeye devam ediyor! Trabzon Ahi Evren Hastanesinde kontrol işletmeni olan Nesrin Öz, Konya Beyhekim Eğitim Araştırma Hastanesinde hemşire olan Uğur Topçu, Bingöl’de klinisyen veteriner hekim olan Ahmet Ataş ve Muğla’da diş hekimi olan Hasan Oral Koca’nın Kovid-19 sebebiyle yaşamını yitirdi

***

Mutasyona uğramış korona virüsü varyantı Fransa ve Japonya’da tespit edildi. Japonya’da beş, Fransa’da bir vaka kaydedilirken, tüm vakaların İngiltere bağlantılı olduğu duyuruldu. Fransa’da ‘virüsün daha hızlı yayılan varyantı’ nedeniyle enfekte olan kişinin de 19 Aralık’ta İngiltere’nin başkenti Londra’dan geldiği açıklandı.

Bakan Koca “Yurdun çeşitli bölgelerinden toplanan örneklerde İngiltere’nin rapor ettiği gen mutasyonuna rastlanmamıştır” dedi.

***

Küresel düzeyde toplam vaka sayısı 80.7 milyonun üzerinde. Vakaların 22.6 milyonu Avrupa, 22.3 milyonu Kuzey Amerika, 20.3 milyonu Asya, 12.9 milyonu Güney Amerika ve 2.7 milyonu Afrika kıtasına aittir. Covid-19 nedeniyle hayatını kaybedenlerin sayısı 1 milyon 764 bini geçti. Aktif vaka sayısı ise 22 milyonun üzerinde.

Dünya genelinde son 24 saaatte yeni vaka bildirimi 451 binin üzerinde, günlük can kaybı ise 7 bin 108 kişi olarak bildirildi. Yeni vaka bildiriminin yüksek olduğu ülkeler şunlardı: ABD (160.6 bin), İngiltere (34.7 bin), Rusya (29.3 bin), Hindistan (18.6 bin), Brezilya (17.2 bin), Türkiye (15.1 bin), Güney Afrika (11.6 bin), Almanya (10.4 bin), İtalya (10.4 bin) ve Kolombiya (10.2 bin).

Türkiye’de yeni vaka sayısı, aktif vaka sayısı ve hasta sayısı düşmeye devam ediyor, buna karşın ölümlerdeki yüksek hız kaygı verici düzeyde… Son 24 saatte 253 kişi Covid-19 nedeniyle hayatını kaybetti. Toplam can kaybı 19 bin 624 kişiye yükseldi. Yeni vaka bildirimi 15 bin 118 kişi. Toplam vaka sayısı ise 2 milyon 133 binin üzerinde. Turkuaz tabloda eleştirilere rağmen ısrarla yer verilen yeni hasta sayısı 3 binin biraz üzerinde. Günlük test sayısı 179 bin civarına geriledi. Turkuaz tabloda aktif hasta sayısı yer almıyor. Günlük olarak aktif hasta sayısını Worldmeters’dan paylaşmaya devam ediyoruz.

Worldmeters’a göre Türkiye’de aktif hasta sayısı ciddi düşişi devam ediyor. 25 Aralık itibarıyla 119 bin 715 aktif hastaya sahibiz. Ağır hasta sayısı ise 4 bin 501 kişi. Aktif hastaların içinde ağır hastaların payı hala %3.7 olup dünya ortalamasının (%0.5) yedi katından daha fazlasına yükseldiğini hatırlatmak isteriz. Aktif hasta sayısında düşüşün yol açtığı bu çarpık tablo ağır hastalara yansımamakta. Yüksek ağır hasta oranı artan ölümler ile de kamuoyunun gündeminde yer almaya devam edecek gözüküyor.

Kurban Bayramı’ndan bu yana bir kaç kez pik noktasına ulaşılan Ankara’da sokağa çıkma yasaklarının etkisi kendisini gösteriyor. Sağlık Bakanlığı haritalarına göre istisnalar bulunsa da şehrin genelindeki risk haritalarında iyileşme var.

Fenerbahçe, üç futbolcuda Covid-19 görüldüğünü bildirdi.

***

Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’nın son basın toplantısında soru sormasına izin verilmediğini belirten Yol TV muhabiri Özge Uyanık, soruyu sosyal medya hesabından sormasının ardından Sağlık Bakanlığı’nın gazetecileri bilgilendirdiği Whatsapp grubundan çıkarıldı.

Kırklareli korona virüsü salgını başladığından beri girişlere test yaptırma zorunluluğu getiren ilk kent oldu. İl Umumi Hıfzıssıhha Kurulu, kente giriş yapmak isteyenlere korona virüsü testi uygulanması yönünde karar aldı. Karar kapsamında ilde faaliyet gösteren berberler, kuaförler, güzellik ve bakım merkezi çalışanları, kuryeler dahil kargo firması çalışanları, paket servis hizmeti vermekte olan iş yerlerinin kuryeler dahil tüm çalışanları, taksi şoförleri, şehir içi otobüslerin ve işçi servislerinin şoförleri ile Vefa Sosyal Destek Grubu görevlileri de koronavirüs tarama testine tabi tutulacak.

***

Korona virüsü salgını sürecinde sağlığın ardından en önemli gündem eğitim oldu. Pandeminin etkisini sürdürdüğü dönemde Eğitim- Sen Genel Başkanlığı görevini üstlenen Prof. Dr. Nejla Kurul’a göre salgın öncesi eğitimde yaşanan eşitsizlikler bu dönemde katlandı. Kurul, “Çok dilli eğitim, cins ayrımcı olmayan, eşit demokratik, laik, bilimsel, parasız ve kamusal nitelikli eğitim için etkin olacağız” dedi. ( https://www.gazeteduvar.com.tr/pandemi-doneminde-egitim-bir-bosluga-bakiyor-gibiyiz-haber-1508335 )

Belçika’nın güneyinde bir kasabada, Noel Baba kostümlü bir kişinin ziyaret ettiği bakımevinde 18 kişi öldü. Ziyaretin ardından 121 bakımevi sakini ile 36 çalışanın hastalandığı kaydedildi. ​​Belçika basınındaki haberlerde, yaşlı bakımevinde kalan kişilerden birinin oğlunun Noel Baba kıyafetleri giyerek beraberindeki birkaç yakınıyla bakımevi sakinlerini ziyaret ederek moral vermek istediği, ziyaretten birkaç gün sonra Covid-19 vakalarının başladığı belirtilmişti. Bakımevinde vakaların artması üzerine ortaya çıkan ziyaret gününe ait fotoğraflarda birçok kişinin maskesiz olduğu görülmüştü.

İngiltere’de, korona virüsüne karşı anında bağışıklık kazandırabilecek bir antikor ilacının denemelerine başlandı. Bilim insanları, ilacın Covid-19’u önleyebileceğini aktardı. AstraZeneca şirketinin geliştirdiği ‘AZD7442’ isimli antikorla üretilen ilacın denemeleri, İngiltere Ulusal Sağlık Sistemi’nin (NHS) finanse ettiği University College London Hospital (UCLH) ile AstraZeneca ortaklığında yürütülüyor. 10 kişilik bir gönüllü ekibe enjekte edilen ilacın, toplamda 1125 kişi üzerinde denenmesi planlanıyor. Covid-19’a karşı altı aydan 12 aya kadar koruma sağlayacak ilacın onaylanması durumunda ise mart veya nisan ayında kullanıma sunulması öngörülüyor.

AŞI TARTIŞMALARI

Bilim insanı Özlem Türeci ile birlikte ürettikleri korona virüsü aşısı ile umut olan bilim insanı Prof. Dr. Uğur Şahin: Türkiye’ye ilk aşamada 550 bin aşı gönderilecek. 2021 yılının başında aşıları göndermeyi planlıyoruz. 4,5 milyon dozu mart ayının sonuna kadar yollamayı hedefliyoruz. Çok mutluyuz aşımızı Türkiye’de göndermekten dolayı sevinçliyiz. Üretimleri Pfizer ile gerçekleştiriyoruz. Aşımızı Türkiye’de de üretme girişimlerimiz var. Ama 2021 yılı içerisinde olur mu bilemiyorum. Türkiye’ye aşılar Avrupa’dan gelecek. Uğur Şahin ürettikleri aşının şu ana kadar 1,5 milyon kişiye yapıldığını, bu aşılarda yan etki olarak baş ağrısı, kol ağrısı, biraz yorgunluk ve bazen ateş görüldüğünü ancak bunların bir-iki gün içinde geçtiğini anlattı. Çin’den gelen aşıyı değerlendiren Şahin, “Çin’den gelen aşı da etkili olduğunu gösteriyor. Galiba yüzde 85, yüzde 86 etkisi var. Bu güzel ve etkili bir aşı sayılır. Çin aşısı veya BioNTech aşısı veya başka devletin aşısı diye hiç sakınca olmasın. Çinliler de bu aşıyı uzun bir şekilde deneylerden ve klinik testlerden geçirdi. Mühim olan yeterince sayıda aşının Türkiye’de olması lazım. Şimdiye kadar gördüğüm bütün aşılar iyi etki gösteriyor ve yardım edebilir” diye konuştu.

***

Avrupa Birliği (AB) ülkelerinin tamamına Pfizer ile BioNTech tarafından geliştirilen Covid-19 aşılarının teslimatı yapıldı. AB üyeleri aşılamalara bugün başlıyor. Almanya’da Pfizer ve BioNTech’in geliştirdiği koronavirüs aşısının uygulanmasına bugün başlanacak. Önce bakımevlerinde yaşayanlar ve 80 yaşın üzerindekiler aşılanacak Macaristan’da Covid-19’a karşı aşılama programı başlatıldı. Pfizer/BioNTech aşısının öncelikli olarak sağlık çalışanlarına yapılacağı belirtilirken, ilk etapta 4 bin 875 kişiyi aşılamaya yetecek kadar dozun ulaştığı kaydedildi.

Avrupa İlaç Ajansı’nın (EMA) Amerikan ilaç üreticisi Moderna’nın aşısı hakkındaki değerlendirmesi de devam ediyor. EMA’nın bu aşıyla ilgili kararını ocak ayının ilk haftasında vermesi bekleniyor.

***

Sağlık Bakanlığı’nın Sinovac aşısının etkinlik oranının yüzde 91,25 olarak açıkladığı ara dönem sonuçlarıyla ilgili Türk Tabipleri Birliği’nden (TTB) açıklama yapıldı. TTB’nin açıklamasında, “Ülkemizde faz-3 çalışması devam eden aşıya yönelik açıklanan ‘ara dönem’ sonuçları denek sayısı az olmasına rağmen sevindiricidir. Ayrıntılı raporu ve aşının diğer ülkelerdeki sonuçlarını bekliyor, Acil Kullanım Onayı’na (AKO) ilişkin uyarı ve önerilerimizin uygulanması için de süreci yakından izliyoruz” ifadelerine yer verildi. TTB, acil kullanım onayına ilişkin ise şu önerilerini hatırlattı:
-Aşının Faz1, Faz2 ve Faz3 çalışmaları bilimsel rapor olarak kamunun erişebileceği biçimde yayınlanmış olmalı.
-Bu raporlarda aşının “güvenli” ve “etkili” olduğu kanıtlanmış olmalı, Bilim Kurulu tarafından değerlendirilmişse sonuç kamuoyuyla hızla paylaşılmalı.
-Aşı ile ilgili üretim sürecinin kalite güvencesi de dahil olmak üzere tüm bilgiler ve veriler -eğer varsa/tamamlanmışsa ülkemize ait çalışma sonuçları özellikle- Türkiye İlaç Tıbbi Cihaz Kurumu’na verilmiş olmalı, zamanın dar olması ya da aciliyet gibi gerekçelerle olağan incelemeler göz ardı edilmemeli ve her koşulda yapılmalı.
-Türkiye İlaç Tıbbi Cihaz Kurumu aşıya “Acil Kullanım Onayı” vermek üzere konularında yetkin farmakoloji, immünoloji, viroloji, mikrobiyoloji, enfeksiyon hastalıkları, halk sağlığı ve epidemiyoloji uzmanlarından oluşan ve hiçbir çıkar çatışması söz konusu olmayan bilim insanlarından oluşan bir kurul kurmalı.
-Karar süreci öncesinde Türkiye İlaç Tıbbi Cihaz Kurumu tarafından tüm bilgi ve veriler kamuoyuna açıklanmalı, Kurul toplantısı çevrimiçi kamuya açık biçimde gerçekleşmelidir.

TOPLUMSAL MÜCADELE - SAĞLIK MUHALEFETİ

“İnsan hakları adına tehlikeli bir gidişat”
STK’lere kayyım atanmasına ilişkin yasa taslağı hakkında konuşan İHD İstanbul Şube Başkanı Gülseren Yoleri, “Sivil toplumun direnç noktaları kırılmak isteniyor”

“Sivil toplum kuruluşlarına yaptırımlar getiren yasa tasarısı iktidarın otoritesini daha da güçlendirme amacının en somut örneği. Bir başka deyişle hükümet tüzel kişiliği olan dernek ve vakıfları baskı altına almak için yeni bir yasal yöntem buldu. Bir mahkeme kararı olmaksızın sivil toplum kuruluşlarının yaptırıma maruz bırakılması demokrasi adına, insan haklarını adına tehlikeli bir gidişatın göstergesi. ”
(https://bianet.org/bianet/insan-haklari/236348-insan-haklari-adina-tehlikeli-bir-gidisat)

***

Parlamentodan çıkan bütçenin, “halkın değil, bir avuç tuzu kuruların bütçesidir” diyen İstanbul KESK Şubeler Platformu, “Bir avuç tuzu kuruya peşkeş çekilen bu bütçedeki her bir kuruşun hesabını mutlaka soracağız” dedi. “Bir avuç tuzu kuruya peşkeş çekilen bu bütçedeki her bir kuruşun hesabını mutlaka soracağız” diyen Kırşanlıoğlu, emekçilere verilen değerin bir göstergesi olan 2021 asgari ücretinin ise önümüzdeki günlerde belirleneceğini dile getirdi. Asgari ücretin işveren-hükümet bloğunun çoğunluğuyla belirlendiğini ifade eden Kırşanlıoğlu, ücretin belirlenirken gerçeklikle bağı olmayan enflasyonun temel alındığını belirterek, “Böylece asgari ücretteki artış hep sefalet oranlarında tutulmuştur” dedi.

Kırşanlıoğlu, insanca yaşama yetecek bir asgari ücret için yapılması gerekenleri ise şu şekilde sıraladı:
-Ülkemizin altında imzası bulunan uluslararası sözleşme ve anlaşmaların gereği yerine getirilerek asgari ücret hesabında işçinin ailesi temel alınmalıdır.
-Asgari ücret tümüyle vergi dışı bırakılmalı, yıllardır milli gelirden pay verilmeyen asgari ücretlilerin yaşadığı kayıplar karşılanmalıdır.
-Asgari ücret tespitine ilişkin 131 Sayılı ILO Sözleşmesi onaylanmalı, Avrupa Sosyal Şartı’nın asgari ücretle ilgili maddesine konulan çekince kaldırılmalıdır.
-Asgari ücret siyasal iktidar-işveren işbirliğine sahne olan Asgari Ücret Tespit Komisyonu ile değil, ulusal ölçekli bir toplu pazarlıkla belirlenmeli ve uyuşmazlık durumunda grev hakkını da içermelidir.”

***

TTB Merkez Konseyi Başkanı Şebnem Korur Fincancı, salgından tüm devlet yönetimlerinin sorumlu olduğunu belirterek, tıpkı savaşlar, toplu katliamlar ve işkencelerde olduğu gibi hepsinin uluslararası mahkemelerde yargılaması gerektiğinin altını çizdi. Dünyayı kasıp kavuran koronavirüs (Kovid-19) bir yılını geride bıraktı. Dünyanın dört bir tarafına hızlıca yayılan virüs, bugüne kadar milyonların ölümüne neden oldu. Hala da can almaya devam eden virüs kontrol altına alınmış değil. Pademi etkisiyle yaşananları, “yaşam hakkı ihlali” olarak değerlendiren Türk Tabipleri Birliği (TTB) Merkez Konseyi Başkanı Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı, pandemi sürecinde devlet yönetimlerinin sorumluluğuna dikkat çekiyor. Fincancı ile pandeminin yarattığı sorunları, devletlerin sorumluluklarını ve çıkış yolunu konuştuk. (http://mezopotamyaajansi27.com/tum-haberler/content/view/119674)

JİN
Cinsel şiddetin, tacizin ifşasıyla bunun kadınların hayatında ne kadar büyük yer kapladığını görüyoruz.Pekçok kadının hem meslek hayatlarında, eğitim hayatlarında kendilerinde hiyerarşik konumda yeralan erkeğin tacizine uğradığana tanık oluyoruz. Bunu dile getirdiğinde ise bu kadar muhafazakar bir toplumda bile bir anda cinsel özgürlükleri savunacak noktaya gelen kesimler tacizi savunmak için cinsel özgürlüğü önümüze atıyor ve tacizi flört olarak göstermeye çalışarak flört ve taciz arasındaki sınırı bulandırıyor. Flörtün-tacizin sınırları nedir? İfşa nasıl yapılır,? Bu soruları daha yeni sormaya başladık. Kadınların birbirine desteği, sosyal medyanın internetin yaygınlığı feminist teorinin pekçok genç kadında kabul görmesiyle bugün bu ifşaların olabildiğini söylemek yanlış olmaz. Tacizin, cinsel şiddetin veya her türlü şiddetin önce dile gelmesi kadının onunla mücadelesinde ve yarattığı travmayı aşmasında ilk adım olarak görebiliriz. Kadınlar birbirine güç vermeye devam ederek erkek şiddetini yenecektir.

Dijital şiddet nedir?

”Dijital şiddet; kişinin kendi rızası olmadan başka biri tarafından sosyal medya araçları aracılığıyla psikolojik, cinsel hatta ekonomik zarar vermeyi amaçlayan saldırılardır.
Bu şiddet türünde, kişinin dijital ortamda sürekli olarak rahatsız edilmesi ve rahatsız edici bir şekilde takip edilmesi söz konusudur
Birleşmiş Milletler’in raporuna göre kadın gazeteciler erkek meslektaşlarına göre daha fazla dijital şiddetin hedefinde oluyor.  113 ülkeden 714 kadın gazeteci arasında yapılan araştırmada şu sonuçlar ortaya çıktı: *Araştırmaya katılan kadın gazetecilerin yüzde 73’ü online şiddete uğradıklarını söyledi. *Online şiddete maruz kalan kadın gazetecilerin sadece yüzde 25’i konuyu işverenlerine taşıdı. *Gazetecilerin yüzde 30’u yoğun şiddet olaylarının kendilerini otosansüre ittiğini ifade etti.”
(https://bianet.org/bianet/toplumsal-cinsiyet/236323-kadin-gazeteciler-dijital-siddetin-hedefinde)

***

Ege Üniversitesi’nden taciz raporu: ‘Taciz değil iltifat, makul hareket, herkesin önünde yapmış’

Ege Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi’ndeki taciz iddialarıyla ilgili olarak öğrenciler, ‘Okuldan ümidi kestik’ diyerek savcılığa başvurmuş ve olayın örtbas edilmeye çalışıldığını iddia etmişti. Soruşturma dosyasına göre öğrenciler ilk olarak 14 Aralık 2019’da dekanlığa giderek tacize uğradıklarını belirterek şikayetçi oldu. Dekanlık 16 Aralık’ta ‘Ön İnceleme Komisyonu’ oluşturdu. Üç profesörden oluşan komisyon 3 Ocak 2020’de ön raporunu tamamladı.

-Şikayet: “Hasta baktığım esnada arkadan bana yaklaşıp saçımı kenara çekti ve kulağıma eğilip fısıltı şeklinde ‘Seksi kadın şeyini giysen mi’ dedi. Ben de panikle arkama döndüm. Kim olduğuna baktım. Z.E.B. hoca olduğunu gördüm.”
-Rapor: “Ortam gürültülüydü, konuşmalar yakın mesafeden yapılmış, kanıt yok.”
-Şikayet: “Saçlarım hafif ıslak olduğu için açıktı. Arkamdan bir kişi vücuduma elleri değecek şekilde arkadan kazağımı çıkarmaya başladı. Çok şaşırdım. Dönüp baktım hoca olduğunu gördüm. ‘Saçlarına gösterdiğin ilginin birazını da bana göster’ dedi.”
-Rapor: “Z.E.B. savunmasında hijyen ve düzenin sağlanması amacıyla öğrencilerin beyaz önlükle çalışma zorunlulukları olduğu, içlerine veya üstlerine giydikleri kıyafetleri çıkarmaları gerektiği şeklinde açıklama yapmış, bu durumda şikayetçinin formasının üzerine kazak giymesinin hijyen açısından yasak olması, klinik kuralına uymaması dolasıyla çıkartıldığı şeklinde kanaat oluşturmuştur.”

***

Çıplak aramaya maruz kalan kadınlar anlatıyor: Kameraların olduğu odada aradılar.

Ressam Zehra Doğan: 2 defa çıplak aramaya maruz kaldım. Çıplak arama konusunda beni en çok etkileyen çocuklardı. Küçücük 3 yaşındaki çocuklar da annelerini görmeye geldiklerinde çıplak aramadan geçiyordu. Bu onlarda büyük bir travmatik etki yaratıyor. Bir yetişkin bunu atlatabilir ancak çocuklarda kalıcı etkiler bırakabiliyor.
Gazeteci Kılınç:Kadınları konuşmaya davet ediyorum. Çıplak arama işkencesine maruz kalan binlerce kadın olduğunu biliyorum. Cezaevinde olduğum 357 gün süresince de bunu gördüm. İşkenceye maruz kalan kadınları konuşmaya davet ediyorum. Biliyorum ki anlatması çok zor, büyük bir travma. Ama gelin, gücünüzü toplayın ve korkmadan siz de ifşa edin. Utanacak olan bizler değiliz, onlar!
(https://artigercek.com/haberler/ciplak-aramaya-maruz-kalan-kadinlar-anlatiyor-kameralarin-oldugu-odada-aradilar)

***

CTE, ‘Çıplak arama yok’ diyemedi: Detaylı arama bir tedbir işlemidir

CTE Genel Müdürlüğü tarafından yapılan açıklamada, cezaevlerinde çıplak arama işkencesine maruz kalındığı yönündeki beyanlar yalanlanmadı. ‘Detaylı arama’nın istisnai bir arama şekli olduğu ve tedbir işlemi olarak uygulandığının kabul edildiği açıklamada, “hükümlünün üzerinde kuruma sokulması veya bulundurulması yasak madde veya eşya bulunduğuna dair makul ve ciddi emarelerin varlığı ve kurum en üst amirinin gerekli görmesi halinde detaylı arama yapıldığı” kaydedildi.

***

Çıplak aramayı ifşa edenler terörist ilan ediliyor!

Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı ‘çıplak arama’ paylaşımlarına ilişkin ‘kasıtlı’ yapıldığını tespit ettikleri emareler üzerinde re’sen soruşturma başlatıldığını duyurdu.
Başsavcılık, açıklamasında ‘polis merkezleri ve cezaevlerinde çıplak olarak arama yapıldığını iddia eden kişilerin FETÖ silahlı terör örgütünün kasıtlı olarak paylaşımlarda bulunduğu şüphesini destekleyen paylaşımların tespit edilmesi üzerine re’sen soruşturma başlatılmıştır’ denildi. (https://t24.com.tr/haber/ankara-cumhuriyet-bassavciligi-ciplak-arama-paylasimlarina-sorusturma-baslatildigini-duyurdu,922185)

***

Asistan hekimin tacizci doktora karşı mücadelesi

Asistan hekim D.E. kendisine cinsel tacizde bulunan doktor Erkan Aydın ile aynı hastanede çalışmak istemediğini belirterek Bakırköy Mazhar Osman Ruh Sağlığı ve Sinir Hastalıkları Hastanesi Başhekimliği’ne başvurdu. Hastaneden 40 çalışan daha Başhekimliğe dilekçe vererek kendilerinin de Dr. Aydın’la çalışmak istemediğini belirtti.
https://m.bianet.org/bianet/toplumsal-cinsiyet/236570-asistan-hekimin-tacizci-doktora-karsi-mucadelesi

***

Milletvekillerinin odalarına bırakıldı: İstanbul Sözleşmesi suikast silahıdır

Kadına yönelik şiddetin önlenmesini amaçlayan İstanbul Sözleşmesi karşıtı bir grubun, TBMM’de milletvekili odalarına nefret söylemi içeren “İstanbul Sözleşmesi ve 6284 sayılı İftira Kanunu İptal Edilsin” başlıklı kitapçık dağıttığı ortaya çıktı. Kitapçıkta; İstanbul Sözleşmesi’nin ‘Türk milletine doğrultulmuş bir suikast silahı’ olduğu öne sürüldü, şiddete karşı yürüyüş eylemlerinden fotoğraflarla onlarca kadın hedef gösterildi.

***

Tarihin bilinen ilk ‘taciz ifşacısı’: Mezopotamyalı Enheduanna

”Tarihin ilk yazılı ‘taciz ifşacısı’ Enheduanna, bilindiği kadarıyla M.Ö. 2285-2250 yılları arasında yaşamış ve Ur’da Ekişnugal Tapınağı’ndan sorumlu olarak baş rahibelik görevi yapmış.

Ana akım kültür sıklıkla “ilk şair kadın”, nadiren de “ilk gökbilimcilerden” tanıtımını daha mak(b)ul bulabilir. Fakat Enheduanna’nın güçlü eylemlerinin şiir, bilim ve kralın toprak hâkimiyeti adına halkları kaynaştırma ile sınırlı olmadığını biliyoruz. Tarihin ilk cinsel taciz ifşasını, tanrıçasına övgüler dizdiği İnanna’ya Methiye eserinde mısraların arasına nakşederek yazılı beyanda bulunmuş ve bir özsavunma gerçekleştirmiş “göklerin baş tacı” Enheduanna.

Tanrıçası İnanna’yı yerlere göklere sığdıramadığı satırların hemen devamındaysa ‘ben’ dili kullanmak suretiyle bir öznelik sahiplenerek, babası Kral Sargon’u deviren asker Lugalan’ın kendisini nasıl Ur kentinden sürdüğünü anlatır Mezopotamyalı şair. Bu, sırf sürülmenin şiddet eylemi olarak kaldığı bir yaşanmışlık olmasa gerek. Lugalan’ın tapınağa gelip Enheduanna’nın inandığı değerleri aşağılamasından başlayıp, cinsel tacizle devam eder.”

YENİ YAŞAM

‘Kooperatiflerin politik yönü ıskalanıyor’

”Kooperatifçiliğin sadece ekonomik yarar sağlama amaçlı görüldüğü, politik yönünün ıskalandığını belirten Ortak Yaşam Kooperatifi kurucularından Hakan Çalışkan, kooperatiflerin yaşamı birlikte üretme potansiyeli taşıdığını söyledi.

Çalışkan, Türkiye’de ülkenin ekonomik modellerinin yeniden kurulduğu 80’li yıllarda, konut kooperatifçiliğinin kötü örneklerinden dolayı kooperatifçiliğe olan itibarın ciddi bir şekilde zedelendiğini ifade etti.

Günümüzde ise kooperatifçiliğin yerel yönetimlerin vaatlerine dönüşmüş olmasından kaynaklı yeniden popülerlik kazandığını ve bunun da toplumda bir farkındalık yarattığını söyleyen Çalışkan, şöyle devam etti: “Bu popülerliğin oluşmasında kişi başına düşen gelirin az olması, toplumun büyük bir kesiminin oldukça yoksul olması neticesinde sosyal politikaları savunan kimi siyasetçiler tarafından hayata geçirilmek isteniyor. Ege’de kooperatifçilik anlamında iyi örnekler yaratıldı. Kooperatifçilik ve kadın emeğinin sentezlenerek, kadın emeğinin istihdam edilmesi, örgütlenmesi, kadının emeğinin özyönetimini sağlayabileceği bir zeminin geliştiğini görüyoruz. Tarımsal üretimin oldukça zengin olduğu bir ülkeyiz ancak tarımın siyasetçiler tarafından geçmişten bugüne küçümsenmesinden gelen varlık içinde yoksulluk yaşıyoruz. Bu durumun siyaseten özeleştirisi verildiğinde, kooperatifler ve tarımsal üretimin artması ve popülerleşmesine yol açtı.”

Çalışkan, kimi ülkelerde ekonomik krizden çıkış yolu olarak kooperatifleşmeye gidilmesi üzerinde de durdu.

Bu konuda Türkiye ve Latin Amerika ülkelerinden örnekler veren Çalışkan, “Özelleştirmelerin yükselen değer olarak görüldüğü yıllarda, devletin üstünde kambur olarak görülen demir çelik endüstrisi iş kolunda üretim yapan Karabük Demir Çelik Entegre Tesisi kar etmediği için kapatılmak istendi. İşçilerin biriken maaşları bile verilmemişti. İşçiler, fabrikanın kapatılmasını mücadele ederek engellediler. İşçiler eliyle kooperatifleşmiş bir özyönetimle işletilen bu fabrikanın, emeğin örgütlenmesi adına önemli bir örnek olacağından, kısa sürede sermayenin eline geçirildi. Bunun bir benzerini de 2000’li yılların başında, Latin Amerika’daki krizde gördük. Latin ülkelerinde asgari diktatörlüğün sürdüğü, sermaye ve emek çatışmasının derinleştiği bir dönemdi. Ülkedeki diktatörlüğe ve yolsuzlukların açtığı yoksulluğa karşı işçiler kooperatifleşti. Kooperatiflerde örgütlenen emek, kendi özyönetimlerini kurdu. Eğitimden sağlığa, sanayiye varan pek çok üretim alanı bir anda kooperatifleşen bir alana dönüştü. Buradan da görüyoruz ki krizler, sermayenin üretim biçimlerinden doğuyor” ifadelerini kullandı.”
(http://mezopotamyaajansi27.com/tum-haberler/content/view/119342)

***

Kadıköy Dayanışma Ağı: Dayanışma ezilenlerin inceliğidir!

”Coronavirus salgınının başlamasıyla birlikte çeşitli işlere imza atan Kadıköy Dayanışma Ağı, sağlık çalışanlarına siperlik yapmak ve yurttaşların temel ihtiyaç malzemelerini temin etmek gibi pek çok çalışma yürüttü. Şimdilerde ise sokakta kalan evsizlere sıcak yemek dağıtımı yapıyor. Dayanışma Ağı, sadece sokakta kalanlar için değil, ihtiyaç sahibi olan herkes için yemek yapıp dağıtıyor.

‘İKTİDARIN YAPAMADIĞINI HALK KENDİ KENDİNE YAPMIŞ OLDU’
KDA’nın yaptığı çalışmalardan da bahseden Melis Akyürek şunları söyledi; “65 yaş üstüne gelen yasaklarla birlikte ileri yaş grubunun yoğun olduğu Kadıköy’de komşularımızın temel ihtiyaçları olan gıda alışverişi, eczane ihtiyaçlarını vs karşılama ile başladık. Daha sonra pandemi ile gelen yasaklarla işsiz, ödeneksiz kalan dostlarımız için gıda kolileri hazırladık. 8.000 kişiye gıda kolisi sağlamış olduk şimdiye kadar. Sokakta evsiz olan yada yoksul mahallerde yaşayıp hiç bir desteği olmayan yurttaşlar için sıcak yemek çıkartmaya başladık. Yasaklar boyunca 2 ay aralıksız her akşam sıcak yemek hazırladık dayanışma ağımızda. Bu azimle hiç durmadan üretmeye, dayanışmaya devam ettik. Kısa sürede 2500-3000 bin kişilik gönüllü ağına ulaştık.

Sağlıklı gıdaya ulaşabilmek, kentlerde de bostanların olabileceğini göstermek için bostanlara fideler ektik. Oralardan ürünler aldık. Birlikte ektik, birlikte topladık. Uzun süre bedenlerimizin hareketsiz kaldığı süreçte fiziksel sağlığımızıda ihmal etmemek için açık havada türlü spor etkinlikleri yaptığımız Spor Meclisini kurduk. En sonda da online eğitimde bilgisayarı/tableti olmayan öğrencilerle dayanışma için bilgisayar kampanyası başlattık. Gücümüz yettiğince gönüllülerimizden gelen bilgisayarları ihtiyacı olan öğrencilere ulaştırmaya devam ediyoruz. Kısacası iktidarın yapamadığını halk kendi kendine yapmış oldu.”
(https://amp.artigercek.com/haberler/kadikoy-dayanisma-agi-dayanisma-ezilenlerin-inceligidir)

AKADEMİDEN - EKLER

Salgın Hastalıktan Daha Fazlası: Sindemi

(TTB, Covid-19 pandemisi 9. ay raporundan alınmıştır.)

Dünya genelinde siyasal iktidarların büyük bir kısmı, medyanın da yardımıyla, salgın kaynaklı problemleri yalnız tıbbileştirilmiş ve bireye odaklanmış şekilde ele almaya devam ediyor. Kamu otoritelerinin belirli önlemler alması gerektiği vurgulanmakla beraber kaynakların sınırlılığı, ekonomik kırılganlık, işsizlikle de mücadelenin gerekliliği gibi sebepler kamusal önlemlerin bir sınırı olduğunun gerekçesi yapılıyor. Eninde sonunda sorumluluk bireye yükleniyor, kendinizi koruyun deniyor. Öte taraftan bilimsel bir ciddiyeti olan her otorite, salgınla mücadele ve yeni salgınları önleme veya hazırlıklı olma konuları gündemleştiğinde, elzem olan yaklaşımın tıbbi-biyolojik perspektifle sınırlı olmaması gerektiği konusunda hemfikir. Salgının gelip geçici bir durum olarak görülmemesi gerektiği, köklü toplumsal değişimlere ihtiyaç duyulduğu gerçeği, impakt faktörü en yüksek dergilerin sayfalarında kendine her zamankinden çok yer buluyor (Horton, 2020; Green and Cladi, 2020; Wu and McGoogen, 2020; Michie and West, 2020).

Birçok otorite salgınla mücadelede tıbbi-biyolojik çerçevenin bir adım ötesine nasıl geçmeli sorusuna kökeni 90’lı yıllara dayanan bir kavram ile cevap bulmaya çalışıyor: Sindemi. Sinerjistik Epidemi tamlamasının tek kelimeye kısaltılmış hali olan bu kavram, genel olarak birden fazla tıbbi kondisyonun birbirini besleyerek verili siyasal ve toplumsal koşulların da içerisinde kendi çaplarının çok ötesinde ve genellikle daha kötü sonuçlara yol açmasını tanımlama hedefiyle ilk defa 1992 yılında Merill Singer tarafından önerilmiştir (Singer and Snipes, 1992).

Singer, bu kavramı bilinen bazı sağlık problemlerine uygulayarak açıklıyor. Örneğin halen tüm dünyadaki ölüm sebepleri arasında en tepelerde bulunan ve sürmekte olan bir pandemi olarak kabul gören HIV/AIDS ilişkili hastalıkların, SAVA (substance abuse, violence, AIDS) olarak ifade edilen daha geniş bir sindemi olarak ele alınması gerektiğini savunuyor. Singer burada “…AIDS’i benzersiz özelliklere sahip yeni bir salgın olarak ele almak yerine, daha geniş kent kaynaklı bir sağlık krizi olarak anlamalıyız.” diyor (Singer, 1996).
Bir tıbbi antropolog olan Merrill Singer ve arkadaşları, SAVA adını verdikleri bu sindemik etkileşim sonucunda oluşan ağır etkilerin, çok düşük gelirli gruplar ve etnik azınlıklar arasında görüldüğünü de tespit ettiler. BBC’nin aktardığına göre Singer bu durumu “Bu etkileşim, aynı zamanda bu hastalıkları bir araya getiren ya da belli bir kesimi bunların etkisine karşı daha korumasız bırakan toplum ve çevre koşulları tarafından mümkün kılınıyor” diye ifade ediyor (BBC, 2020).

Bu noktadan bakınca etkili ilaç ve aşıların bulunmasının da; hatta cinsellik eğitimi, korunma yöntemlerinin geliştirilmesi gibi kök sebepleri hedefliyor gibi görünen önlemlerin de AIDS salgınına yeterli çözüm olamayacağını çünkü aslında sorunun yok edilmesi gereken bir virüs varlığının ötesinde, geniş bir yaşamsal kriz olduğunu, AIDS salgınının bu krizin sonuçlarını daha dramatik hale getirerek onu görünür kıldığını tespit etmemiz gerekiyor. AIDS’i, yoksulluğu, sefaleti, ötekileştirilmeyi yaratan mevcut toplumsal ve sınıfsal ilişkilerin bir izdüşümü olarak tanımlamadan; gösterilen tıbbi biyolojik çerçevedeki çabalar tedavi yöntemlerine ek olarak koruyuculuğa odaklanılsa bile on yıllar sonra henüz meseleye çözüm getirebilecek gibi görünmüyor (TTB, 2020).

Mendenhall ve arkadaşları, sindemi üzerine çalışmasının, sosyal travma ve cinsel, fiziksel ve duygusal şiddet yaşamış diyabet hastası kadınlar arasında depresyon ve diyabetin birbirini beslediğine dair zengin epidemiyolojik literatürü fark etmesiyle başladığını belirtiyor. Şiddet, travma, diyabet ve depresyon arasındaki sindemik etkileşimin, bu kadınların neden diyabet hastası diğer bireylerden daha yüksek mortalite ve morbidite oranlarına sahip olduğunu anlamak için temel noktayı teşkil ettiğini savunuyor. Mendenhall, Meksika’dan ABD’ye göç eden kadınlar arasında hayli sık görülen ve bir arada bulunma eğilimi gösteren bu tıbbi durumları VIDDA (violence, immigration, depression, diabetes, abuse) sindemisi olarak tanımlamıştır (Mendenhall et al., 2017).

Bu noktada sindeminin komorbidite kavramının bir tekrarı olmadığını vurgulamak değerli olabilir. Komorbidite terimi bir arada bulunma eğilimi gösteren sağlık sorunlarının bütününü tanımlamak için kullanılır (Valderas et al., 2009). Diyabet, hipertansiyon, obezite ve hiperlipideminin hepsi veya bir kısmı popülasyonun bir bölümünde beraberce bulunur ve bu durum metabolik sendrom olarak adlandırılır. Komorbidite özellikle fizyolojik olarak da birbiriyle bağlantılı ve birbirini besleyen klinik durumları anlatırken hayli kullanışlıdır. Fakat komorbidite tanımlaması, gerçek bir nedensellik tartışmasına girmez. Kendisini tanı ve tedavi süreçlerinin incelikleriyle, mortalite ve morbidite oranlarına yansımalarla sınırlandırır. Metabolik sendroma yol açan klinik durumlar mevcut toplumsal koşullar ile ilişki içerisinde analiz edilmeye başlandığında ise sindemiye doğru bir adım atmış oluruz. Zira tanımı gereği sindemi, örneğimizde bulunan klinik durumların altında yatan “gerçek” sebeplere odaklanmıştır.

Sindemi, görüldüğü üzere sağlığın sosyal belirleyicilerinin özgün tıbbi koşullara tekil olarak uygulanması olarak anlaşılabilir ve bu noktada dikkatli olmak gerekir. Zira sağlığın sosyal belirleyicileri yaklaşımı gerçek nedensellikleri, yani dünya genelinde süregelen sömürü ve tahakküm ilişkilerinin yarattığı tahribatı, zaman zaman perdeleyen bir anlamda kullanılabilen kavramsallaştırma olabilmektedir. Bu yaklaşım Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ) sağlık tanımını da içine alacak şekilde, sağlıklı olmanın tıbbi biyolojik modelin dışında başka komponentlerinin de olduğunun (WHO, n.d.) kabul edilmesi açısından önemlidir ancak çözüm önerileri bağlamında, sorumlu devlet anlayışı ile doğru hükümet politikaları, sosyal sorumluluk projeleri gibi sistem içerisinden çözümler önerilmektedir. Dünya kapitalizmi koşullarında gerçekleşen sömürü ve tahakküm ilişkilerine çağımızın sağlık sorunlarının kök nedensellikleri olarak vurgu yapılmadığı sürece sindemi yaklaşımı da gerçekleri flulaştıran kavram çöplüğüne eklenmekten kurtulamaz. Bu vurguyu ön plana alan sindemi yaklaşımı izole olarak incelediği her hastalık sürecine sosyal faktörleri dahil ederek, her hastalık ile bu sosyal faktörlerin büründüğü özgün rolleri açığa çıkarmaya çalışabilir. Böylece sosyal belirleyicilerin, daha da geniş ele almak gerekirse (ki gerekir), siyasal ve toplumsal koşulların her gün hayatlarımızda kendilerini yeniden üreterek binbir farklı şekilde, bu bağlamda bin bir farklı hastalık olarak, ortaya çıktığını görmemizi sağlayabilir. “Sosyal” sorunların kökenini mevcut kapitalist sistemde arayanlar için sindemi yaklaşımı, daha bütünlüklü bir değerlendirme imkânı sunabilir.

Yeni coronavirüs hastalığı, farklı kıtalara yayıldıktan ve kişiden kişiye bulaştığı gösterildikten sonra tanımına uygun olarak pandemi ilan edildi. Bulaşıcı hastalık görüntüsü elbette ön planda. Fakat hastalığın etkilediği kesimlere bakıldığında iç içe girmiş o kadar fazla değişken mevcut ki olgu yalnızca bir bulaşıcı hastalık olarak tanımlanmayı kabul etmiyor. COVID-19 salgınının öncesinde, hatta HIV/AIDS’in ortaya çıkışıyla beraber bulaşıcı ve bulaşıcı olmayan hastalık ayrımları sorgulanmaya başlamışken (Oni and Unvin, 2015), COVID-19 salgını da epidemiyolojik verilere dayanarak söylenebilir ki: Büyük oranda gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler arasındaki çizgiye de denk düşercesine tanımlanan ayrımı daha da belirsizleştiriyor (Oni, 2019). “Pandemi” gibi bulaşıcı hastalık perspektifine daralmayan bir kavram olan sindemi, kaynağın bulaşıcı bir hastalık olduğu gerçeğini bir kenara bırakmadan bizi farklı tıbbi kondisyonların iç içeliğini araştırmaya teşvik etmesi yönüyle bu aşamada da doğru değerlendirme için uygun araçlar sunuyor.

Baştan aşağı tüm yaşamsal faaliyetler üzerinde bu denli dramatik bir etki oluşturan yeni coronavirus hastalığı şüphesiz ne yalnızca bir bulaşıcı hastalık olarak ne de yukarıda bahsedilen uygarlığın kriziyle ilişkilenmeyen izole bir tıbbi kondisyon olarak ele alınabilir. Dolayısıyla salgından hakiki bir kurtuluş ve önümüzdeki salgınlara hazırlıklı olmanın esas yolu da yine içinde yaşadığımız uygarlığı sorgulamaktan, ona gerçek bir alternatifin nasıl yaratılacağına yoğunlaşmaktan geçiyor. Bu anlamda sindemi kavramı bize elverişli imkanlar sunuyor. Sosyal, toplumsal yaklaşımlardan izole edilmiş veya bu yaklaşımları yalnızca sos olarak kullanan, teorinin ve felsefenin dışarıda bırakıldığı; nesnesini, kendisine çizdiği çerçeveye indirgeyici dar bir tıbbi biyolojik modelin ötesinde, siyasal ve toplumsal koşulların dahil edildiği bir salgın hastalık analizine yoğun ihtiyaç duyuluyor. Bu analiz ve çözüm gücünün yokluğunda salgın yönetimi adına yapılanların; yeni ekolojik tahribatlar, ilaç endüstrisi başta olmak üzere sermayeye tanınan sonsuz özerklik, ağır karantina ve kemer sıkma önlemleriyle kontrol altına alınmış geniş insan toplulukları ile sonuçlanması işten dahi değil. Fırsatlar da tehditler de bir hayli büyük.

***

Karim Sarıahmed: ”Profesyonalizme Karşı: Doktorlar İçin Sınıf Bilinci”

”Bir endüstri olarak tıpla özdeşleşme baskısına karşın, Önce İnsanlar! kolektifi bana CEO’dan çok hastayla ortak yanım olduğunu öğretti. Hastanın failliğini yok eden tek şey kapıdaki kilit değildi, hem beni hem de diğer izleyicileri onun ihtiyaçlarını bir kenara bırakmaya sevk eden toplumsal dinamikti aynı zamanda. Profesyonalizm kültürünün ve buna dayalı sınıf politikasının yol açtığı hasar ve izolasyona karşı, doktorları hizmet verdikleri hastalarla birleştiren bir işçi sınıfı dayanışması, duygusal, söylemsel ve pratik bir alternatiftir. Yoksul kesimlerin oluşturduğu taban hareketleri ve sağlık hizmetlerine getirdikleri çözümlemeler bize bu dayanışma için bir zemin sağlayabilir. Bu hareketler bana şunu gösterdi ki, tıbbın içimize işlediği sosyal alışkanlıkların üstesinden gelmek ve işçi sınıfından insanları profesyonel uzmanlığımızın “tüketicileri” değil müşterek bir mücadeledeki ortaklarımız olarak görmek için biz doktorların bir hayli duygusal çalışma yapması gerekiyor. Bu çalışmanın bize katacağı çok şey var: mesleğimizi dayanışma üzerinde temellendirmemize; şirketlere veya vurgunculara değil, işçilere ve hastalara ait bir sağlık hizmetleri sistemi tasavvur etmemize yardımcı olabilir.”
(https://www.e-skop.com/skopbulten/profesyonalizme-karsi-doktorlar-icin-sinif-bilinci/6041)

***

”Kültürel Çalışmalarda Hümanist Kibir ve Post-İnsan Bilimlerinin İnşası”

“Öyle ya da böyle, kendinden emin bir biçimde her daim insan olageldim ve sadece insanım, diyemez herkes”
İnsanı yakın tarihli bir icat gören Foucault ise, modern epistemenin düşünce zeminini sarsmasıyla “insanın, tıpkı denizin sınırında bir kum görüntüsü gibi kaybolacağını” belirtir.[9] Foucault’nun ilan ettiği “insanın ölümü”, insanı dünya tarihinin merkezine yerleştirmeye devam etme yönlü ‘hümanist kibri’hedef alır. Bu kibirlerden biri olarak gösterilebilecek olan Leonardo da Vinci’nin ikonik çalışması Vitruvius Adamı, hümanizmin özünü oluşturur. Braidotti’ye göre, 1968 sonrası kuşağın radikal düşünürleri ise klasik ve sosyalist biçimleriyle hümanizme karşı çıkarak Vitruvius’a özgü, mükemmel olabilirlik standardı olan erkekinsan idealinin yapıbozumuna uğratıldığını anlatır.[10] Bu imge, hümanizmin amblemi olarak karşımıza çıkar ve biyolojik olarak erkek olmayan tüm bireyleri dışlar. Ayrıca, ‘ötekileştirmeye’ ideal fiziksel ölçülere sahip olmayan bireyler de eklenir. Dahası, temsil ettiği insan modeli, ‘kusurlara’ da yer açmazken, ten rengi ve köken olarak da dünyanın birçoğunu dışarıda bırakır.[11] Bu kısıtlı sayıdaki temsiliyet, doğayı da insanın hizmetkârı görerek, hayvan, bitki ve diğer türleri de sömürünün parametreleri haline getirir. Teknolojinin gittikçe artan bir hızda hayatın merkezi sayılabildiği bir tarih sürecinde ‘insan’ olgusunu yeniden değerlendirmeye açan posthümanizm, Ağın’a göre Rönesans ve Aydınlanma Çağı düşüncesinden uzaklaşarak bir paradigma değişikliğini benimser. Bu paradigma değişikliği, ‘insan’ figürünü tartışmaya açarak hümanizm mitini sorgular. Posthümanizmin varlığını hissettirdiği bir dönemde, ‘insan bilimleri’ olgusunu kültür ekseninde sorgulayan Badmington, ‘post-insan bilimleri’ önerisini getirir. Ne de olsa, bir eyleyici (agent) olarak ‘insan’, güvenilir olmaktan uzaktır. Dolayısıyla, ‘insan bilimleri’ de episteme mekânı değildir.
(https://thepentacle.org/2020/12/15/kulturel-calismalarda-humanist-kibir-ve-post-insan-bilimlerinin-insasi/)