Home / KORONA GÜNLÜKLERİ / KORONA 7 GÜNLÜK 5-11 NİSAN 2021

KORONA 7 GÜNLÜK 5-11 NİSAN 2021

Doğa’da felaket yoktur. Yalnızca bir kısım olaylar cereyan eder. Doğa düzensizdir, rasgelelik hüküm sürer, kaos hakimdir. Fakat tüm bu keşmekeş daha üst düzlemde bir kararlılığın da ifadesidir. Tek bir canlıda da görülebileceği üzere, mikro ölçekte süregelen bir dolu hareketlilik, makro ölçekteki kararlılığı meydana getirir. Addy Pross, buna dinamik kinetik kararlılık adını veriyor. Peki bu kararlılığın sürmesini sağlayan mikro ölçekteki olaylar, tepkimeler nasıl oluyor da birer toplumsal fenomene dönüşebiliyor? Bir virüsün geçirdiği, doğada sürekli yaşanan, tür çeşitliliğinin oluşmasında elzem ve tek başına önemsiz sayılabilecek bir mutasyon nasıl oluyor da bir pandemiye dönüşebiliyor?

Toplumsal hayatın henüz yerellikle sınırlı olduğu kapitalizm öncesi dönemde, örneğin depremlerin sık yaşandığı bir bölgede, yerel topluluğun alabileceği tutum üç aşağı beş yukarı tahmin edilebilir. Yaşam alanları depremin yarattığı tecrübelere göre dizayn edilecektir. Eğer bu bölge deniz kenarındaysa, depremin tetikleme ihtimali olan seller göz önünde bulundurulacaktır. Nitekim kültür denen şeyin oluşma süreci de budur, doğanın sınırladığı davranış evreni içerisinde insan eliyle oluşturulanlar ve yaratımlar. Bu örnekte deprem doğal bir hadisedir, bilindiği kadarıyla (Tesla’nın deneyleri bir kenara konacak olursa) dış etmenlerce tetiklenemez ve jeolojik sürdürülebilirlik için de elzemdir. Topluluklar buna göre yaşamlarını dizayn etmek durumundadır.

Mevzubahis yerelliği idealize etmemek gerekir, zira evrensellikten kopuk bir yerelliktir bu. İzole bir yerellikte soyutlamanın rolü sınırlıdır, topluluklar arası etkileşim de sınırlıdır. Davranışları büyük oranda deneyim belirler, deneyim ise yanıltıcı olabilir, olmuştur da. Aktarımı zordur, genellemelere gitmek neredeyse imkansızdır.

Modern dünyada, ufak tefek örnekler dışında artık bu yerelliğin kalmadığı söylenebilir. Küreselleşme adı altında bir evrensellik iddiası mevcuttur. Bilimin, soyutlamanın, gerçek doğrunun olmasa da en az yanlış olanın bilinebildiği bir dünyadır bugünkü. İlerleyeceği yönü biz belirlememiş olsak da bu birikimi bizler yarattık, yeryüzünün emekçileri olarak bizler. Birikimimize sahip çıkmamız gerekir.

Fakat bugünün evrensellik iddiası da yerellikten tamamen koparılmıştır. Deneyim laboratuara, karar iktidara havale edilmiştir. İnsanın doğayı izleyecek, yaşamı kurgulayacak vakti yoktur, daha kötüsü böyle bir derdi de yoktur. Her birine bir meşgale verilmiştir. Karar süreçlerinden, yaptığının sorumluluğunu taşımaktan, dolayısıyla öğrenmekten uzak kalmıştır.

Böylesine kolu bacağı kırılmış bir toplum kolayca yönetilebilir ama aksiyon alamaz. Bilimsellik de soyutlama da bir anlam ifade etmez. Yukarıda özeti geçilen süreçleri kavrayamayanlar, bu toplulukların mazoşist olduğunu, çağımızın post-truth çağı olduğunu söyleyebilir. “the Truth” olduğunu iddia etme cüretini gösteren uygarlık, toplumun aksiyon gücünü öldürerek aslında kendi sonunu da getirdiğinin farkında değilmiş gibi görünüyor.

Baştaki sorumuzun cevabına geliyoruz, toplumsal farkındalığın, şüphenin, öğrenmenin, akli melekelerin imha olduğu bir çağdayız. Bu çağ “post-truth” değil, kapitalist modernite çağı. Bugünün toplumunda “anlamak”, artık bireysel bir olgudur, aksiyon da öyle. Gerçek bir toplumsallaşma, gerçek bir demokratikleşme hareketi olmadıkça kitleler “doğrunun” peşinden gitmeyecekler. Üstüne “doğru” bilinen de, salgın yönetiminde gördüğümüz gibi yanlışsa, zaten geçmiş olsun.

Anlam ve karar mekanizmaları, yetkisini, yalnızca yönettiklerinin aksiyonsuzluğundan alan beceriksiz bir teknokrasiye havale edilmiş günümüzün modern toplumu deprem, sel ve mutasyonu korku filmi senaryosu gibi yaşamaya mahkum. Bunu aşmanın yolu, bugüne kadar kurulmamış bir yerel-evrensel diyalektiğini kurmaktan geçiyor. Yöntemi ise henüz bilmiyoruz.

[su_box title=”SİYASAL SAĞLIK-TOPLUMSAL MUHALEFET” box_color=”#24e336″]Salgın, hiçbir şeyi göstermediyse, Rudolf Virchow’un 150 yılı aşkın bir süre önce söylediği, okulumuza da rehber olmuş şu sözünün doğruluğunu gösterdi:

“Politika, geniş ölçekli tıptan başka bir şey değildir.”

Modern tıbbın otoriteleri de bu fikri aşağıdaki örnekte olduğu gibi teyit ediyorlar.

ABD Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezi (CDC), ırkçılığı “ciddi bir halk sağlığı tehdidi” ilan ettiğini duyurarak, ırkçılığa karşı böyle bir karar alan ilk federal kurum oldu. CDC Direktörü Rochelle Walenksy tarafından yayımlanan açıklamada “Giderek artan araştırmalar, bu ülkede yüz yıllara dayanan ırkçılığın siyah topluluklar için derin ve olumsuz bir etkisi olduğunu gösterdi” ifadeleri kullanıldı. Walensky, Koronavirüs salgınının da siyah topluluklar için orantısız bir şekilde daha ağır etkileri olduğunu, daha çok insanın hayatını kaybettiğini belirtti. [/su_box]

Covid-19 hastalığı endüstriyel hayvancılıkla yakından ilgili (Tayfun Özkaya/Evrensel)

…Asıl dikkate alınması gereken şey hayvanların nasıl yetiştirildiği, işlendiği ve satıldığı konusudur. Et üretimi artık kitle üretim tarzında küresel zincirler içinde yapılmaktadır. Bu endüstriyel et üretim sistemi tehlikeli bir şekilde gelişmiş olan kuş gribi, domuz gribi ve Afrika domuz ateşi salgınlarında temel rol oynamıştır. Çok fazla sayıda, çok sıkışık barınaklarda yaşayan ve genetik farklılıkları son derece daralmış hayvanların oluşturduğu bu sistem bu olumsuz gelişmeyi kolaylaştırıyor. Bu sisteme endüstriyel hayvancılık diyoruz. Bu sistem bu işletmelerde çalışan işçilerin ve tüketicilerin sömürülmesi yolunda şirketlere büyük olanaklar yaratıyor. Ormanların katledilmesi, kentlerin hızla büyümesi, insanların sıkışık bir şekilde yaşaması, binlerce hastanın şehir hastaneleri gibi büyük yapılarda toplanması gibi gelişmeler de bu tür hastalıkların ortaya çıkması yolunda benzer etkileri yaratıyor.

On yıl kadar önce kuş gribi ve domuz gribi olayları ortaya çıktığında bu durum çok açık bir şekilde ortaya çıkmıştı. O dönem bir ölçüde köy tavuklarının yok edilmesi eleştirildi. Ancak bu küresel salgınlar ile büyük ve sıkıştırılmış hayvan işletmeleri ilişkisi anlaşılamadı. Hekimlerimizin, veteriner hekimlerimizin ve ziraat mühendislerimizin büyük çoğunluğu ve bunların meslek odaları büyük ölçüde olayı kavrayamadılar. Hâlâ da kavramış değiller. Sadece Türk Tabipleri Birliği 20 Mart’ta bu konuda uzman olan Rob Wallace’ın da katıldığı bir çevrim içi panelle konuya dokundu. Saptadığım kadarıyla ülkemizde bu ilk defa oldu…

***

Aşı hakkına karşı sistemik kâr güdüsü (Zehra Pelin Doğan/Birartıbir)

Tanrı için tek bir şey imkânsızdır: Gezegendeki herhangi bir telif hakkı yasasında herhangi bir anlam bulmak. (Mark Twain)

Covid-19’a karşı geliştirilen aşıların ülkelere satışı başladı, ama küresel eşitsizlik aşıya erişimde de kendisini gösterdi. Yoksul ülkeler güvenilirliği kanıtlanmış aşıları edinmekte zorlanırken, patent sözleşmeleri ucuz ve yaygın aşı üretimini engelliyor. Dünya Sağlık Örgütü’nün uluslararası dayanışma çağrısına ise kimi devletler ve ilaç şirketleri fikri mülkiyet haklarını öne sürerek karşı çıkıyor. Ancak, küresel aciliyet durumunda sağlık teknolojilerinin paylaşılmasını savunan örgütlenmeler de giderek çoğalıyor.

Aşının dünya üzerindeki eşitsiz dağılımının sebebi yalnızca hükümetlerin ırkçı politikaları ve zengin ülkelerin aşı stokçuluğu değil. Fikri mülkiyet haklarını koruyan küresel standartlarda ve patent sözleşmelerinde hiçbir esnemeye gidilmemesi eşitsizliği artırıyor ve aşıya erişimi daha da kısıtlıyor. Gelişmiş ülkelerin fikri üretimleri ve bunlara yönelik sert korumaları karşısında gelişmekte olan veya az gelişmiş ülkeler bu standartları kabul etmek zorunda kalıyor. Aşı, ilaç gibi fikri üretimlere ilişkin koruma hem küresel hem de bölgesel düzeyde geçerli. Dünya Fikri Mülkiyet Örgütü (WIPO), Avrupa Patent Ofisi (EPO), Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) bu koruma kuruluşlarından birkaçı.

…Jacobin’deki bir makaleye göre, 1980’lerin ortasından 1990’ların başına kadar, aşı üreticisi Pfizer şirketi, fikri mülkiyet haklarını koruyan standartların oluşturulmasında kritik bir rol oynadı. Örneğin, şirketin CEO’su Albert Bourla “özel sektörün kanı” olarak nitelendirdiği patent yasaları için Avrupa ve Japonya’daki şirketlerle ilişkiler kurarak lobi faaliyeti yürüttü ve Dünya Fikri Mülkiyet Örgütü (WIPO) yetkilileriyle bir araya gelerek Fikri Mülkiyet Komitesi’nin (IPC) kurulmasında etkili oldu. Pfizer uluslararası ticaretin sıkı fikri mülkiyet kurallarına bağlı olması gerektiği fikrini destekledi ve fikri mülkiyet standartlarına uymayan ülkeleri “korsanlıkla” itham etti.

Pfizer bütün dünyanın bir yıldan fazladır içinde bulunduğu küresel sağlık krizinde de fikri mülkiyet haklarının sıkı bir şekilde korunması konusundaki ısrarını sürdürüyor. Pfizer CEO’su Albert Bourla, Covid-19 aşısının fikri mülkiyet haklarının kaldırılması fikrini “saçma” ve hatta “tehlikeli” olarak nitelendiriyor. Bu tutum diğer aşı şirketleri tarafından da destekleniyor. AstraZeneca’nın başkanı Pascal Soriot, ilaç, aşı gibi buluşlar yapmaya teşvik edici tek unsurun fikri mülkiyet olduğunu söylüyor. Moderna’nın CEO’su Stéphane Bancel, üretim yapmak için kendisiyle iletişime geçmeye çalışan Bangladeş’teki bir firmaya cevap vermiyor. Aşı üretme kapasitesine sahip devletler ve ilaç endüstrisinde önde gelen şirketler, katı fikri mülkiyet haklarını sınırlandırmaya ve patent sözleşmelerini esnetmeye yönelik öneri ve imkânların karşısında duruyor…

yazının tamamı için: https://birartibir.org/siyaset/1114-asi-hakkina-karsi-sistemik-kar-gudusu

***

Kod 29: İş yerinde despotizm (Özgür Müftüoğlu/Yeni Yaşam)

Kod 29 olarak bilinen, İş Kanunun 25/II. maddesine dayanarak işçiyi “Ahlâk ve iyi niyet kurallarına aykırı davranmak”la itham ederek, tüm haklarına el koyup işten çıkartma yöntemi; son zamanlarda sermayenin en sık başvurduğu yollardan biri haline geldi. Kod 29, insafsız, ahlâksız bir uygulama olmanın yanı sıra “iş yerinde despotizm”in gelebileceği son noktadır aynı zamanda!

Zira emek gücünü satarak yaşamını sürdürmeye çalışan işçinin sadece işini, biricik gelirini, kazanılmış haklarını elinden almakla yetinmiyor, onuruyla da oynuyor ve onun belki de yaşamı boyunca üzerine yapışacak bir iftirayla damgalıyor. Hem de işçiye hakkını arayabileceği, uğradığı iftiraya karşı kendini savunabileceği hukuk yolları, kağıt üzerinde açık görünse de fiilen kapalıyken.

İşçinin hak arama yolları sadece kağıt üzerinde açıktır çünkü uğradığı haksızlığa uğrayan, işini kaybeden işçinin yargıya gidebilmesi için yani işvereni dava edebilmesi için para gerekir. Yoksulluğun adaletle mesafesi uzundur zira paran yoksa dava bile açamazsın bu ülkede. Diyelim dava açıldı, işverenin avukatı ya da avukat ordusu ve emeğin haklarını tanımazdan gelen yargı sisteminde işçinin hakkını alabilmesi aylar, yıllar alır en iyi olasılıkla. Oysa işini, gelirini kaybeden işçinin adalet arayışı değildir önceliği. Önceliği, yakınlarının temel ihtiyaçlarını karşılamaktır. Hal böyle olunca da işverenin tüm dayatmalarına rıza göstermek zorunda kalır çaresizce. İşçinin bu zaafından cesaret alan işverense despotlaştıkça despotlaşır…

yazının tamamı için: http://yeniyasamgazetesi2.com/kod-29-yerinde-despotizm/

[su_box title=”AKADEMİDEN” box_color=”#2437e3″] 7 Nisan günü New England Journal of Medicine’da yayımlanan, sağlık çalışanlarının salgın sürecinde çeşitlik ülkelerde gerçekleştirdikleri grevlere ilişkin bir yazıdan bazı kısımların çevirisini aktarıyoruz.

“…Resmi rakamlar net olmamasına rağmen, 2020’nin sonlarında Uluslararası Af Örgütü, 7000’den fazla sağlık çalışanının Covid’den öldüğünü tahmin ettiğini duyurdu. Sağlık çalışanları, en hafif deyimiyle zorlu bir yıl geçirdiler. Birçoğu, hem eşi görülmemiş hem de tamamen öngörülebilir bir salgınla uğraşırken, yetersiz kişisel koruyucu ekipman (KKE) ile yetersiz kaynaklara sahip sistemlerde çalışmaya, hayatlarını riske atmaya devam ediyor.

Sağlık çalışanlarının kahramanlıkları kutlanırken, bu tür tehlikeli koşullar altında çalışmayı reddedenlere daha az ilgi gösterildi. Hiçbir sağlık çalışanının bu kadar yüksek risk altında tutulmasına hakkımız olmadığını belirtmeliyiz. Birçoğu haklı olarak, kahramanlıkların yalnızca hükümetin ihmali, yetersiz finansman ve geleceğini bildiğimiz bir salgına hazırlıksızlık nedeniyle gündem olduğunu savundu. Birçok sağlık işçisi haklı olarak kızgın ve yine resmi rakamlar olmamasına rağmen, Covid-19 sağlık çalışanlarının grev eylemlerinde önemli bir artışa yol açmış gibi görünüyor.

Ocak 2020’de bilinmeyen bir pnömoni vakası ile karşı karşıya kalan Hong Kong’daki yetkililer, virüsün doğası hakkında daha fazla bilgi elde edilinceye kadar (11 Şubat’ta Covid-19 olarak etiketlenecek ve yaklaşık bir ay sonra pandemi olarak kabul edilecekti) halkın talebi, uzmanların ve sağlık çalışanlarının çağrılarına rağmen harekete geçmedi. Ocak ayı sonlarında, işçi sendikaları defalarca sınırların kapatılması konusunda hükümetle diyalog çağrısında bulundular. Bu çaba başarısız olunca, ezici bir desteğin olduğu grev eylemi için bir oylama yapıldı. 3 – 7 Şubat 2020 tarihleri ​​arasında, Hong Kong’daki sağlık çalışanları greve gitti ve sınırların kapatılması ve virüsün potansiyel yayılmasını yönetmek için yeterli miktarda KKE ve yeterli tesisler dahil olmak üzere bir dizi talepte bulundu.

Bu tür bir eylem, Hong Kong ile sınırlı değildi. Çoğalan Covid-19 vakalarının ortasında, Zimbabwe’deki sağlık çalışanları, KKE eksikliği ve düşük maaşlar nedeniyle Haziran 2020’de greve gitti. Aslında, sağlık çalışanlarının grev eylemi küresel bir fenomen olmuştur. Amerika Birleşik Devletleri’nde hemşireler greve gitti ve Birleşik Krallık’ta eczacılar ve hemşireler grev tehdidinde bulundu. Güney Kore’deki doktorlar Ağustos ayında ülke çapında bir grev başlattı ve Kenya, İspanya, Bosna ve Peru’daki sağlık çalışanları salgın sırasında bir noktada greve gitti.

Sağlık çalışanları, Şubat 2021’de Myanmar’daki askeri darbeden sonra greve gittiler ve bir sözcü, “askeri darbeyi düzenleyen rejim için çalışmak istemediklerini” belirtti. Fakat örneğin Venezuela’da pek çok sağlık çalışanının salgın sırasında çalışmayı bırakma seçeneği yoktu. Kriz içindeki kriz olarak tanımlanan durumda, Covid-19 Venezuela’nın hastalıklı sağlık sistemindeki sorunların çoğunu daha da kötüleştirdi. Kargaşa çıkmasına rağmen, Venezuela hükümeti eleştirmenleri susturmaya, KKE eksikliklerini reddetmeye ve sağlık çalışanlarını suçlamaya çalıştı. Hükümet ayrıca Covid-19’a atfedilebilecek yalnızca 12 ölüm olduğunu iddia ederek 200’ün üzerinde sağlık çalışanının öldüğünü de reddediyor.

Bu durumlar birçok yönden farklı olsa da ve sağlık çalışanları sayısız nedenden ötürü greve gitmiş (veya protesto etmiş) olsa da, hemen hemen tüm bu eylemlerin altında yatan ortak talepler Covid-19’a yönelik yetersiz önlemler ve ön saflarda çalışanlar için yetersiz koruma ile ilgilidir.

Hukuk, etik ve tıp alanındaki uzmanlar uzun süredir sağlık personelinin grev eyleminin haklı olup olmayacağını ve ne zaman haklı gösterileceğini tartışmışlardır. Bu tartışmalar, grevlerin hastalar için taşıdığı risklere odaklanmış olsa da, sağlık çalışanları bu eylemleri yaparken de risk altındadır, zira birçok ülkede grevler şiddetle bastırılmıştır. Bariz diğer risk ise bir bütün olarak sağlık hizmetlerinin aksaması şeklinde potansiyel olarak daha geniş zararlarla ilgilidir.

Bununla birlikte, örneğin, Myanmar’daki doktorlar, bir pandemi sırasında askeri bir hükümet altında çalışmaya devam etmek zorunda mı? Bu soruyu hemen yanıtlayamasak da, Covid-19 sırasında grevleri değerlendirirken göz önüne alınaca hususlardan en bariz olanı, salgının bu tür eylemler için riskleri artırmış olmasıdır. Bir yandan, sağlık çalışanlarına her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyulduğu söylenebilir; diğer yandan, yetersiz KKE ve diğer önlemler alınmadan çalışmaları beklenmemesi gerektiği de tartışılabilir. Bu ikilemlerin ötesinde, Covid-19 yalnızca kolektif savunmasızlığımızı vurgulamakla kalmadı, aynı zamanda onlarca yıllık yetersiz fonlama ve ihmalin yanı sıra bilime yönelik daha yeni bir küçümsemenin etkisini de ortaya çıkardı. Grev eylemiyle ilişkili riskler hakkındaki tartışmalar birçok yönden bir çıkmaza yol açmıştır, çünkü bu ikilemler yalnızca daha derin yapısal sorunlar nedeniyle mevcuttur.

Essex, R., & Weldon, S. M. (2021). Health Care Worker Strikes and the Covid Pandemic. New England Journal of Medicine. https://doi.org/10.1056/nejmp2103327[/su_box] [su_box title=”JİN” box_color=”#e324dc”]Avrupa Komisyonu Başkanı’nın saray ziyaretinde ayakta kalması basit bir olgu değil. Kapitalist uygarlığın köklü kurumlarından birinin başkanı, en antidemokratik yöntemleri işleterek devletler ve sermayenin uzun erimli çıkarlarını korumakla görevli biri, aynı görevi taşıyan mevkidaşlarıyla eşit muamele görmüyor. Yalnızca kadın olduğu için, başka hiçbir açıklaması yok.

Elbette kadın mücadelesinin konusu çok daha hayati sorunlardır, von der Leyen’in ayakta kalması öğretici bir örnek yalnızca. Bu noktada hedefimiz von der Leyen’e bir sempati kurulmasını sağlamak değil, eril iktidarın yerleşikliğini ve sınır tanımazlığını göstermek.

Başka bir örnek olarak, 14 Şubat tarihli günlükte salgın döneminde kadın akademisyenlerin yayın sayılarının dramatik olarak düştüğünü gösteren araştırmalara yer vermiştik. Amerikan Ulusal Ekonomik Araştırma Bürosu çalışma raporu olarak yayınlanan 20.000 doktoralı kişinin katıldığı küresel bir ankete göre anne olan akademisyenler, babalara kıyasla araştırmalara katılım saatlerinde %33’ten daha fazla düşüş yaşamıştı. Mayıs-Temmuz 2020 arasında gerçekleştirilen ankette, anne olan akademisyenlerin yine babalardan daha fazla ev ve çocuk bakımı görevi üstlendikleri gösterilmişti. Zaten mevcut olan eşitsizliklerin, özellikle bu sorundan azade gibi görünen kesimler içerisinde, bu tür kriz anlarında daha da derinleşmesi bizler açısından öğretici olmuştu.

Tüm diğer iktidar alanlarıyla ilişki içerisinde ama onlardan müstakil bir çelişki olarak cinsiyet çelişkisinin varlığını vurgulamak. Görüngünün bir adım arkasına geçebilenler için bu çelişki yoksullar ve ezilenleri daha dramatik olarak etkiliyor olmakla birlikte, orada sınırlı olmayan, hayatın her alanında önümüzde duran bir mesele. Bu yüzden kadınlar, kendi içindeki ayrımlarla birlikte apayrı bir toplumsal sınıftır. Bu yüzden kadın hareketi devrimci mücadelenin merkezindedir. [/su_box]

İstanbul Sözleşmesi mülteci kadınların da yaşam güvencesidir (Gülsüm Ağaoğlu/Yeni Yaşam)

…Küreselleşmenin ve beraberinde işgücü piyasasına getirdiği olumsuzlukların, kadınları/mülteci kadınları farklı etkilemekte, mülteci kadınlar işverenler için kayıtdışı çalıştırılarak kar etme aracı olarak görülmektedir.

Mülteci kadın emeğine talep; bakım, ev hizmetleri, el emeği, tekstil gibi daha çok toplumsal cinsiyete dayalı alanlardan gelmektedir. Suriyeli kadın mülteciler, Türkiye’de geçici koruma kapsamında ikamet edip, çoğu kayıtdışı olarak çalışmaktadır.

Bütün bunların yaşandığı günlerde Denizli’de Kadınlar Birlikte Güçlü’nün “İstanbul Sözleşmesi’nden vazgeçmiyoruz” temalı basın açıklamasına katıldığı için 4 İranlı mülteci gözaltına alınarak Aydın Geri Gönderme Merkezi’ne gönderildi ve İran’a geri gönderilmeleri talebi ile dava açıldı.

Esmaeil Fattahi, Leili Faraji, Zeinab Sahafi, Mohammed Pourakbari Kermani ismindeki mültecilerden birisi de kadınların stadyumda futbol izlemesinin yasak olduğu İran’da erkek kılığında stadyuma girerek yasağı delen Zeinab Sahafi’dir.

İşte İstanbul Sözleşmesi uygulanmış olsaydı İranlı mülteciler ülkelerine geri gönderilmek zorunda kalmayacaktı. Bu yüzden, İstanbul Sözleşmesi’nin göçmen veya mülteci statüsü ya da başka bir statü gibi herhangi bir temele dayalı olarak ayrımcılık yapılmaksızın uygulanması esastır diyoruz. Çünkü İstanbul Sözleşmesi mülteci ve göçmenleri de koruyan, onların haklarını gözeten bir sözleşme aynı zamanda.

İstanbul Sözleşmesi, mülteci kadınlar dahil tüm kadınların güvencesidir ve biz kadınlar İstanbul Sözleşmesi’nden mülteci kadınların hakları için de vazgeçmiyoruz ve Cumhurbaşkanlığı kararını da tanımıyoruz. İstanbul Sözleşmesi’nin gereği olarak; mültecilere dair geliştirilen tutum belgesi ve üretilen politikalar mutlaka cinsiyetlendirilmiş olmalıdır ki mülteci kadınların karşı karşıya kaldıkları her türlü şiddet, tecavüz, baskı gibi konulara yönelik tam koruma sağlansın.

***

‘Erkek devlet şiddetine karşı örgütlü mücadele iktidarın korkulu rüyası oldu’ (Jinnews)

Rosa Kadın Derneği’ne yapılan polis baskınını ve 22 kadının gözaltına alınmasını tüm kadınlara yapılmış bir saldırı olarak değerlendiren kadın örgütü temsilcileri, “Kadınların haklarını birlikte savunan, erkek şiddetine ve devlet şiddetine karşı örgütlü hareket eden mücadelesi, AKP-MHP iktidarının korkulu rüyası haline gelmiş durumda” diye belirtti.
Diyarbakır’da dün sabah saatlerinde yapılan ev baskınlarında aralarında Rosa Kadın Derneği üyeleri, Tevgera Jinên Azad (TJA) aktivistleri, Sosyalist Kadın Meclisi (SKM) ve Barış Anneleri Meclisi üyeleri ile ajansımız muhabiri Beritan Canözer’in de bulunduğu 22 kadın gözaltına alındı. Dosyaya gizlilik kararı getirilirken, gözaltılara tepkiler çığ gibi büyüdü.
Özellikle geçtiğimiz yıldan bu yana yargı kıskacı ile baskı altında olan Rosa Kadın Derneği’ne dönük saldırılara karşı çıkan kadın örgütü temsilcileri, “Rosa çalışmaları ile iktidarı rahatsız etti. Derneğe dönük saldırılar kadınlara yönelen toptan saldırının bir parçasıdır” değerlendirmesinde bulundu.
***

İyi bir ilk adım: Almanya interseks ameliyatlarını yasakladı ancak yasal boşluklar var. 25 Mart 2021’de Alman Federal Meclisi, federal hükümetin “cinsel gelişim çeşitliliklerine sahip çocukların korunması” (19/24686) kanun tasarısını kabul etti. Kanun, interseks çocukları hayati olmayan, acil olmayan tıbbi müdahalelerden korumak için ilk ancak kapsamlı olmayan bir çerçeve sunuyor.

https://bianet.org/bianet/lgbti/241987-iyi-bir-ilk-adim-almanya-interseks-ameliyatlarini-yasakladi-ancak-yasal-bosluklar-var

***

Şili’de hükümetin kadınlara kusurlu doğum kontrol ilacı dağıttığı ortaya çıktı. İlaç kutularına kontraseptif değil placebo hapların konulduğu belirlendi. Katı kürtaj yasalarının olduğu Güney Amerika ülkesinde, plansız şekilde hamile kalan 170 kadın toplu dava açmaya hazırlanıyor.

https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/silide-hukumet-hatali-dogum-kontrol-haplari-dagitinca-170-kadin-istemeden-hamile-kaldi-1826442

 [su_box title=”MEVCUT DURUM” box_color=”#e32447″][/su_box]

Salgın yönetilemiyor! Emekçiler, ötekileştirilenler ölmeye devam ediyor! Sağlık emekçileri tükeniyor, hayatını kaybediyor!

***

Eğitim ve Bilim Emekçileri Sendikası (Eğitim Sen), İstanbul’da bir öğretmenin Covid-19 nedeniyle hayatını kaybettiğini bildirdi. Sendikanın İstanbul 1 No’lu şube üyesi öğretmen Nizamettin Uysal, Ataköy Atatürk Ortaokulu’nda görevliydi.

***

Covid-19 pandemisi sık görülmeye, sık öldürmeye ve yaşamı altüst etmeye devam ediyor. Toplam vaka sayısı 136 milyona dayandı, Covid-19 nedeniyle hayatını kaybedenlerin sayısı da 2 milyon 939 bininin üzerine çıktı. Gelecek hafta toplam vaka 140 milyona, can kaybı 3 milyonu geçecek görünüyor. Bulaş tehdidi olan aktif hasta sayısı 23 milyon 670 bine yaklaştı, bu yükseliş pandeminin daha da büyüyeceğini gösteriyor.

Covid-19 vakalarının kıtalara göre dağılımında Avrupa (41.5 milyon) zirvedeki yerini koruyor. Bunu Kuzey Amerika (36.7 milyon, 31.9 milyonu tek başına ABD’ye ait), Asya (30.9 milyon), Güney Amerika (22.4 milyon) ve Afrika (4.4 milyon) izledi.

Covid-19’a bağlı ölümlerde kıtaların sıralamasında ilk iki değişmiyor: Avrupa (949 bin), Kuzey Amerika (835 bin). Üçüncülüğe Güney Amerika (592 bin) yerleşiyor ve ardından Asya (446 bin) ve Afrika (116 bin) geliyor. Ölümlerin yüz bin kişinin üzerinde olan ülke sayısı yediye yükseldi: ABD (576 bin), Brezilya (351 bin), Meksika (207 bin), Hindistan (169 bin), İngiltere (127 bin) ve İtalya (114 bin) ve Rusya (103 bin). Fransa 98 bin 602 can kaybı ile kısa sure içinde yüz bin sınırını aşacak gözüküyor.

Dünya genelinde hafta sonuna rağmen yeni vaka sayısı oldukça yüksek düzeyde. Son 24 saatte 703 bin 781 kişiye Covid-19 tanısı kondu, Covid-19 nedeniyle hayatını kaybedenlerin sayısı ise 11 bin 297 kişi. Günlük vaka bildiriminde Hindistan’da yeni vaka sayısı 150 bin eşiğini de geçti. Hindistan ile birlikte Brezilya, ABD ve Türkiye ilk dördü paylaşıyor. Ülkelere göre yeni vaka sayısı şöyle: Hindistan (152.5 bin), Brezilya (69.6 bin), ABD (66.8 bin), Türkiye (52.7 bin), Fransa (43.3 bin), Polonya (24.9 bin), İran (19.7 bin), Arjantin (19.4 bin), Almanya (18.7), İtalya (17.6 bin), Ukrayna (17.5 bin), Kolombiya (14.5 bin), Filipinler (12.7 bin) ve Peru (11.2 bin).

***

Türkiye’de salgın tırmanışını sürdürüyor. Yeni vaka, ağır hasta, aktif hasta ve can kaybı yüksek hızda devam ediyor. Yeni vaka sayısı 52 bin 676 kişi.  Covid-19 nedeniyle hayatını kaybedenlerin sayısı ise 248 kişi. Turkuaz tabloda eleştirilere rağmen ısrarla yer verilen yeni hasta sayısı tırmanışa geçerek 2,497 kişiye yükseldi. Toplam vaka sayısı 3 milyon 798 binin üzerinde, toplam can kaybı 33 bin 702 kişiye yükseldi. Günlük test sayısı 303 bin civarında. Test sayısı arttıkça vaka sayısı da artış gösterdi. Turkuaz tabloda aktif hasta sayısı yer almıyor. Günlük aktif hasta sayısını Worldmeters’dan paylaşmaya devam ediyoruz.

Worldmeters’a göre Türkiye’de aktif hasta sayı rekor kırmaya devam ediyor. Dün aktif hasta sayısı 463 bin 414 kişiye yükseldi. Aktif hasta sayısındaki dizginlenemeyen bu yükseliş, bulaş tehdidinin daha da artacağını gösteriyor. Ağır hasta sayımız ise 2,739 kişiye yükseldi. Aktif vakanın yükselmesi ile %0.6’ya kadar düşen ağır hasta oranı dünya ortalamasının (%0.4) halen bir buçuk katından daha fazla! Yüksek ölüm hızının yüksek ağır hasta oranı ile ilişkili olduğunu, ölümlerin daha da artacağı uyarısı ısrarla vurguluyoruz.

***

Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Genel Başkan Yardımcısı ve İstanbul Milletvekili Gamze Akkuş İlgezdi, salgının artık yönetilemez hal aldığını belirterek bir an önce ekonomik ve sosyal koşulları sağlanmış, gelir güvenceli 28 günlük tam kapanma çağrısında bulundu.

***

Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Tayyip Erdoğan’ın kalabalıklığını ‘lebaleb’ sıfatıyla ifade ettiği AKP kongrelerinin ardından, AKP’li Elazığ Belediyesi bilim insanlarının uyarılarına rağmen yüzlerce kişiyle, kapalı bir ortamda “2. Yıl Tanıtım Programı” gerçekleştirdi. AKP’li belediyenin gerçekleştirdiği toplantıda fiziksel mesafe kurallarına uyulmadığı görüldü.

***

Sağlık Bakanı Fahrettin Koca, İstanbul’da Bakan Yardımcıları, İl Sağlık Müdürü ve başhekimlerin katılımıyla son durumu masaya yatırdı. Ardından da “İstanbul’da mart başına göre vaka sayıları yaklaşık 10 kat arttı. Ülkemizde vakaların yaklaşık yüzde 40’ı İstanbul’da. İstanbul’un durumu ülkemizin durumunu belirliyor. İstanbul’u koruyabilirsek ülkemizi de koruyabileceğiz” paylaşımı yaptı. Sağlık Bakanı Koca’nın açıklamasına göre İstanbul’da dün ortalama 22 bin kişi korona virüsüne yakalandı. Son verilere göre İstanbul’da saatte 910 kişi virüse yakalanıyor. Bu da İstanbul’da dakikada 15 kişinin virüs kaptığını gösteriyor.

***

“Varyant virüsler nedeniyle önlemleri artırmamız gerekiyordu biz azalttık” diyen Bilim Kurulu Üyesi Prof. Dr. Serap Şimşek Yavuz da, “En son yapılması gereken şey okulların kapatılması ama vaka sayılarına bakınca yakın zamanda okulları da kapatmamız gerekecek” diye konuştu. Kalabalıkların azaltılması ve kalabalık ortamların hiçbir yerde olmaması gerektiğini, işyerlerinde de uzaktan mesaiye geçilmesi gerektiğini söyleyen Yavuz şu önerileri sıraladı: “Sokaklarda ya da herhangi kalabalık alanda toplantı, ibadet, eğlence, siyaset, hiçbirinin olmamalı. Taziyeler, düğünler, nişanlar, ev toplantıları bunların hiçbirinin olmamalı.

***

Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk, ‘’Bizim risk haritasına bakıldığında hangi illerde hangi durumlarda hangi sınıflar açılmalı, kapanmalı elbette birtakım öngörülerimiz var. Tabii ki ilin durumu neyi gerektirirse öncelik sağlık dediğimiz için o ilin valiliği bu kararları alabilir. 2 Temmuz’a kadar okullar açık olacak. Ara tatili biliyorsunuz kaldırdık. 2 Temmuz tarihi diyelim ki başka bir durum oluştu elbette değişebilir. Şu andaki durum 2 Temmuz’dur. Yaz tatilinde ihtiyaç duyulan gruplarda çeşitli gençlik merkezlerinde veya kurumlarımızda çocuklarımızın eğitimini yaz boyunca da hem yüz yüze hem televizyondan devam edeceğiz’’ dedi.

***

Enfeksiyon Hastalıkları Derneği Başkanı Prof. Dr. Mehmet Ceyhan, bugün medyaya yansıyan açıklamalarında şehirde virüse yakalanmadan toplu taşıma kullanılmasının zor olduğunu söyledi. Ceyhan, “İlkbahar dönemini hatırlayalım, aldığımız önlemleri düşünürsek okullar kapalı, seyahat yasağı var, kamuda da olsa sadece kademeli mesai uygulaması var, restoranlar kapalı, 65 yaşın üstü ve 20 yaşın altı aylarca sokağa çıkamıyor, nüfusa hafta sonları sokağa çıkma yasağı uygulanıyor. Biz bu önlemler ile vaka sayısını 5 binlerden binlere indirdik, daha da aşağı indiremedik; çünkü gevşemeye başladı önlemler. Şu anda bunun neredeyse 10 katına yakın vaka ile uğraşıyoruz, karşımızda bir mutant virüs var ve bu tedbirlerin çok daha azı ile ve de en önemlisi bölgesel tedbirler ile salgını kontrol altına almaya çalışıyoruz. Bu çok mümkün görünmüyor” dedi.

***

İran, artışa geçen korona virüsü vakalarının önüne geçmek için ülkenin büyük bir bölümünde 10 günlük kapanmaya gitti. Kısıtlamaların, 31 eyaletin 23’ünü etkileyeceği belirtildi.

***

Korona virüsü salgını nedeniyle İş Bankası, Yapı Kredi, Garanti BBVA, QNB Finansbank ve Akbank hizmet saatlerinde değişikliğe gitti ve sosyal medya aracılığıyla yeni mesai saatlerini duyurdu. Bu bankalarda yeni çalışma saatleri şöyle: 12 Nisan 2021 Pazartesi gününden itibaren 10.00-12.30 ve 13.30-16.30. 

***

Covid-19 salgınında vaka sayısındaki artış devam ederken, PCR testlerinin varyant virüsleri yakalamada etkisiz kaldığını savunan enfeksiyon uzmanları, vakaların testlerin yüzde 60-70 oranında ‘yalancı negatif’ sonuç vermesi nedeniyle arttığı görüşünde. Enfeksiyon hastalıkları ve klinik mikrobiyoloji uzmanı Doç. Dr. Duran Tok şunları söyledi: “Birinci, ikinci hatta üçüncü testi negatif olup dört dörtlük Covid-19 bulgusu olan hastaların sayısı oldukça arttı. PCR testleri, varyantlardan sonra Covid-19 semptomu görülen kişilerin birçoğunda negatif sonuç veriyor. Türkiye’de virüsün genomik analizi detaylıca yapılmalı. Gen dizilimini anlarsak buna göre yeni test kitleri oluşturabiliriz.” 

***

İster kulaklıklı maske’ ya da ‘maskeli kulaklık…’ Ne derseniz deyin alabilmek için 300 dolara, yani yaklaşık 2 bin 500 lirayı kıymanız gerekiyor. ‘Xupermask’ adı verilmiş. Bluetooth özelliği ve üç ay kullanılabilen HEPA filtreleri barındıran maskenin bir özelliği de daha fazla hava dolaşımı için üç kademeli fan.

***

İngiltere Başbakanı Boris Johnson’ın, Kraliçe Elizabeth’in eşi Prens Philip’in cenaze törenine Covid 19 kısıtlamaları nedeniyle katılmayacağı açıklandı. Törene sadece 30 kişi katılabilecek.

[su_box title=”AŞI TARTIŞMALARI” box_color=”#6ee324″][/su_box]

Türkiye’de sırası gelmesine rağmen Coronavirus (Covid-19) aşısı olmayanlar var. Hastalığın hızla arttığı İstanbul’da ise sırası gelen 250 bin kişi henüz aşısını olmadı. Yüzde 75’ler civarında bir uyum var. Coronavirus aşılamasında uygulanan toplam doz sayısı Türkiye’de 18 milyonu geçti. İlk doz aşılarını olanlar 11 milyona ulaşmak üzere. Ancak onların da Coronavirus’e yakalanma riski halen devam ediyor.

***

ODTÜ Mezunları Derneği, “Güneşin Patenti Olmaz” sloganıyla Covid 19 aşı patentlerinin kaldırılması için kampanya başlattı. Kampanyanın yürütücülerinden olan TTB, “Patent toplumun olmalıdır” çağrısı yaptı.

***

Çin bu yılın sonuna kadar Covid-19’a  (Coronavirus) karşı aşı üretimini artırmayı planlıyor. Çin Ulusal Sağlık Komisyonu yetkilisi ve aynı zamanda ülkenin Covid-19 aşı geliştirme projesi başkanı Zheng Zhongwei, Chengdu kentindeki etkinlikte yaptığı açıklamada, “Bu yılın ikinci yarısında ihtiyacımızı tam olarak karşılayabilecek duruma geleceğiz” dedi. Çin hükümetinin verdiği son bilgiye göre aşı üretimi 1 Şubat’tan Mart sonuna kadar üç kat artarak günlük 5 milyon doza ulaştı. Ülkenin önde gelen aşı üreticilerinden biyoteknoloji şirketi Sinovac, bu ay yaptığı açıklamada yıllık üretim kapasitesini üçüncü üretim tesisinin tamamlanmasının ardından iki kat artırarak 2 milyar doza çıkardığını duyurmuştu. Sinovac firmasının verdiği bilgiye göre firmanın ürettiği Coronavac aşısı 30’dan fazla ülkede kullanım izni aldı. Türkiye de Sinovac aşısı sipariş eden ülkeler arasında bulunuyor. Çinli ulusal ilaç şirketi Sinopharm ise iki farklı Covid-19 aşısını yıllık 1 milyar 100 milyon doz üretme kapasitesine sahip.  Şirket bu kapasitesini 3 milyar doza çıkarmayı planladığını açıkladı ama bunun için bir süre vermedi.

[su_box title=”YENİ YAŞAM” box_color=”#24bbe3″][/su_box]

Demokratik uygarlıkta kadının güzellik ve etiğinin değeri (Clara Torres)

Jineolojînin erkeklik üzerine yaptığı araştırmalar, erkeklerle birlikte yaptığı çalışmalar ve özgür kadın örnekleri, özgür erkek olarak gelişmeleri için onların izlemeleri gereken yollar ve kendilerine karşı vermeleri gereken savaşlar için yöntem ve araç sağlayacaktır.
Devletli topluma karşı savaşta, Kürt Kadın Hareketi; Mujeres Libres ve diğer devrimci örgütler gibi kişisel ve kolektif gelişimi destekleyecek, özgürlük yolunu aydınlatacak ideolojik prensiplerin geliştirilmesi gerekliliğinin farkında olmuştur. Jineolojî sunduğu bakış açısı ve araştırmalarıyla, kadınları tarihi ile ilişkilendirerek ve köklerini tarihin ilk topluluklarından alan bilimsel bir temele oturtarak bu prensipleri derinlemesine geliştirir.
…Özgür kadınlar ve özgür erkekler, birbirleriyle özgür birliktelik içinde ilişki kuran özgür kişilikler, ahlaki ve siyasi toplumlar oluşturacaktır. Toplumun politik hafızası olarak tanıtılabilen etiği tekrar yaşatan toplumlar, eziyet ve sömürü karşısında müşterek karşılık verme ve özsavunma kabiliyetlerini bu şekilde geliştirirler. Devletten uzak kendi kendilerini yönetir (öz yönetim), ve böylece demokrasi kavramına değerini geri kazandırırlar. Kısacası, etik ve siyasi toplumlar, kaybettiğimiz veya daha doğrusu bizden çalınan şeyi geri alanlar olacaktır. Böylece doğal toplumların devamı haline gelecektir. Kadınlarsa bu yaşam ve aşkın hakiki devrimcileridir. Bundan daha güzel bir şey olabilir mi?
***
1 Mayıs Platformu: Newroz’un direnci ile 1 Mayıs alanlarına

1 Mayıs Platformu adına açıklama yapan Perihan Koca, iktidarın içinde bulunduğu çoklu krizin karşısında 2021 yılı 1 Mayıs’ının önemine dikkat çekti. Milyonlarca işsize milyonlar daha eklendiğine işaret eden Koca, Kod-29’a da değinerek, keyfi olarak işten çıkarma uygulamalarının işverenler için bir silaha dönüştüğünü söyledi. Koca, iktidarın pandemiyi toplumsal muhalefeti bastırmak için bir araç gibi kullandığına dikkat çekerek, tüm saldırılara karşı direnişin büyüyerek devam ettiğine vurgu yaptı.

Boğaziçi Üniversitesi’ne atanan kayyım rektör karşıtı protestoları selamlayan Koca, Türkiye geneline yayılan direnişin 8 Mart ve Newroz ile birlikte büyük bir direnç yarattığını ifade etti. Koca, HDP Milletvekili Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun tutuklanmasına da değinerek, “HDP’ye kapatma davası, İstanbul Sözleşmesinden çıkılma kararnamesi, Gezi Parkı’nın olmayan bir vakfa devredilmesi, Kanal İstanbul başta olmak üzere yağma projelerine devlet garantisi getirilmesi, Mart ayı sonu itibari ile Kısa Çalışma Ödeneği’ne son verilmesi gibi AKP ve MHP’nin attığı adımlar, işçi-emekçilere, halka, tüm direniş odaklarına karşı topyekûn bir saldırıya geçtiklerini göstermektedir” diye konuştu.

Newroz meydanlarında toplanan milyonların, saldırılara asıl yanıtı verdiğinin altını çizen Koca, “Kürt halkı ve devrimci ilerici güçler, HDP’nin kapatılma davasına karşı yanıtını Newroz alanlarından vermiştir. İstanbul Sözleşmesi’nden vazgeçmiyoruz diyen kadınlar ve LGBTİ+’lar sokaklarda öfkelerini ve taleplerini haykırmış ve mücadelelerine devam etmektedirler” diye belirtti.

Koca, tüm halklara dalga dalga yayılan direnişin 1 Mayıs’ta alanlara taşınması için güçlü katılım çağrısında bulundu.

[su_box title=”EKLER” box_color=”#dce324″][/su_box]

TTB: İktidara Uyarımız, Topluma Çağrımızdır: “Yanlış Sağlık Politikalarında Israr, Sosyal Cinayettir!”

İktidara Uyarımız, Topluma Çağrımızdır

İktidarın yeni “Kontrollü Normalleşme Kararları”nı açıklayıp uygulanmaya başlamasından bugüne 38 gün geçti. Bu adımlar atılmadan önce COVID-19 hastalığında resmi sayılara göre günlük vaka sayısı 8000’lerin ve hastalığa bağlı ölüm sayısı 65’lerin altındaydı. Türk Tabipleri Birliği (TTB) olarak o zaman da “normalleşme” başlığı altında atılacak adımların bilimsel olmadığı konusunda uyarmıştık; ama ne yazık ki uyarılarımız yine dinlenmedi. Hatırlatıyoruz öngörülen her şey önlenebilirdi. Hastaların Sağlık Bakanlığı’nın verdiği sayılara göre dahi 55.000’i aştığını ve ölüm sayılarının 250’nin üzerine çıktığını görmekten üzüntü duyuyoruz. Bu sayılarla Avrupa’da yeni vaka bildirimin en yüksek olduğu ülkeyiz.

Salgınlar yaşandıkları topraklarda yürütülen biyopolitikalar ve sağlık politikalarının yönetilme biçimini kopyalayarak, çoğaltarak, yaygınlaştırarak ve yoğunlaştırarak somutlaştırmaktan başka bir şey yapmaz. Yani salgın bizim sağlık politikalarımızın yansıması olur. Mevcut salgının boyutu da ne yazık ki yürütülen sağlık politikalarının ne kadar kötü olduğunu açıkça somutlaştırmıştır.

Salgınla mücadelede koruyucu sağlık hizmetlerini görmezden gelen iktidar nedeniyle ikinci ve üçüncü basamak sağlık hizmetlerinin de kapasitesi aşılmak üzeredir. Ankara, İstanbul, İzmir, Bursa, Samsun gibi illerimizde hastane doluluk oranları alarm vermektedir. Sağlık Bakanlığı verilerine göre 420 binin üstünde yurttaşımız COVID-19 hastasıdır. Üstelik bu sayılar henüz bilimsel standartlara dahi uydurulamamış filyasyon verileridir. Türkiye’de bilimsel anlamda filyasyon hiç yapılmamıştır. Hasta ve temaslı takibinde de her gün çok ciddi aksaklıklar iletilmektedir.

Pandemiyle mücadelenin başarısız olmasının nedeni, bilimsel önerilerin dinlenmemesi ve ticari/siyasi önceliklerin gözetilerek, şeffaf olmayan bir şekilde sağlık yönetimsizliğinin sergilenmesidir. Yani başarısızlığın asıl nedeni topluma karşı görevlerini terk etmiş, sorumluluklarından çoktan vazgeçmiş yönetim tarzıdır.

Tüm başarılı dünya örneklerinde sağlık emek örgütleri ve toplum salgınla mücadelenin aktif bileşenidir. Mevcut iktidar salgınla mücadelede büyük katkılar sunabilecek meslek örgütleri, sendikalar, toplum temsilcilerini neden dahil etmediğini kamuoyuna açıklamak zorundadır. Salgınla mücadelede bütünle koordineli yereller önemlidir. Ancak İl Hıfzıssıhha Kurulları karar almak bir yana merkezden gelen bilimsellikten uzak kararları yerellerde meşrulaştıran yapılar halini almıştır. Sağlık çalışanlarının sahadan gözlemleri kararlara yansıtılmamakta, pandemide yönetimsizliğin-kötü yönetimin üzeri örtülmektedir.

İktidar önlemleri göstermelik aldığını virüsle adeta randevulaşacak kadar ileriye taşımıştır. 1 Mart’a açılma randevusu verip “Ramazan ayına kadar herhangi bir önlem almayacağım” demek, bilimsel değil algısal bir tutumdur. Beklediğimiz sürede fazladan kaybettiğimiz her canımızın sorumlusu bu kararı alanlardır. Bu tutum kendi yaşam biçimlerinin topluma dayatılmasıdır.

14 Ocak 2021 tarihinden bu yana 11 hafta geçmiştir ve iki doz aşı olanlar toplumun %10’una dahi ulaşmamıştır. İki doz aşı olanların 8 milyona ulaşmayan sayısı ile bilimsel olarak Türkiye’de bağışıklama sağlanabilmesi için 6 ayda 120 milyon doz aşı gerekliliğinin yanından bile geçilememektedir ve halen bir aşı programı açıklanamamıştır.

TTB olarak iktidarı bir kere daha uyarıyoruz: Geç kaldınız, önlenebilir ölümleri önlemediniz! Her gün yüzlerce insanımızı kaybettiğimiz son durumda acil adımlar atılmalıdır.

  1. Mevcut sağlık politikalarının başarısız olduğu artık kabul edilmeli; sağlığa bütüncül bakan toplum ve sağlık örgütlerinin katılımıyla dayanışma içerisinde yeni bir sağlık sistemi kurulmalıdır.
  2. Pandemi ile mücadele, derhal geniş katılımlı yerel pandemi kurullarına devredilmelidir. Bu kurullara yerel yönetimler, sağlık emek ve meslek örgütleri, ve toplum dahil edilmelidir.
  3. Bilimsel kriterlere uygun filyasyon çalışmalarına hızla başlanıp salgının ilk kaynağına ulaşılmalı, bireyler hastalanmadan veya hastaneye gelmeden gerekli adımlar atılmalıdır.
  4. Çalışanlar sosyal ve ekonomik hiçbir kayba uğratılmadan; AVM, fabrika, lokanta, atölye, şantiye gibi kalabalık ve kapalı alanlar derhal kapatılmalıdır. En az 14 gün tercihen 28 gün zorunlu üretim alanları dışında çalışanlar hiçbir şekilde mağdur edilmeden çarklar durdurulmalıdır. Zorunlu üretim alanlarında çalışanlar için işyerine ulaşmada ve iş yerlerinde fiziksel önlemler alınmalı, dönüşümlü çalışma modelleri ile çalışma ortamlarında bulunan sayısı azaltılmalıdır.
  5. Uluslararası dolaşım en aza indirgenmeli ve yalnızca çok gerekli şartlarda olmalı, yurtdışı seyahatlerinde 14 gün karantina uygulanmalıdır.
  6. Aşılamada hedef toplumsal bağışıklık olmalıdır. Etkili bir aşılama programı uygulanmalıdır. Aşı temini ile ilgili süreç şeffaf bir biçimde kamuoyu ile paylaşılmalı, toplumun önüne net bir aşı takvimi konulmalıdır. Mevcut durumda hızlı aşılama salgınla mücadelenin en önemli parçasıdır.
  7. Sağlık çalışanlarının mevcut pandeminin yükü yetmezmiş gibi iktidarın vurdumduymazlığıyla daha da tükendiği görülmelidir. COVID-19’un meslek hastalığı kabul edilmesi gibi basit bir adımın bile atılmaması halen bir ayıp olarak ortada durmaktadır. Halen atanmayı bekleyen ve KHK ile gerekçe gösterilmeden ihraç edilmiş tüm sağlık çalışanları hızla salgınla mücadelede yerlerini almalıdır. Sağlık çalışanları artık dinlenebilmelidir.
  8. Kapatılmış olan Hıfzıssıhha Enstitüsü gibi yapılarımızın ne kadar gerekli olduğu şimdi bir kez daha anlaşılmıştır. Artık sağlıkta birilerini zengin edecek değil toplumun ihtiyaçlarına yönelik adımlar atılmalı; aşıda patenti ortadan kaldıracak uluslararası adımlar atılmalıdır. Küresel sorunda çözümün de küresel olduğu kabul edilmelidir. Kimseyi geride ve yalnız bırakmayan uluslararası koordinasyon acilen kurulmalıdır.

Bilim insanlarına çağrımızdır: Verilerin kamuoyu ile paylaşılmadığı, bağımsız bilimsel çalışmaların engellendiği şartlarda sınırlı sayıda da olsa eldeki mevcut verileri ile ülkenin, bölgelerin, risk gruplarının özgün durumlarının gösterilmesi gerekir. Bilim insanları yayın üretme konusunda Bakanlığın çizdiği çerçevenin dışına çıkmalıdır; TTB bilimsel sorumluluğu almaya hazırdır.

Topluma çağrımızdır: Sosyal haklarımızın korunması; temel gıda, su, ısınma, barınma, temizlik ihtiyaçlarınızın karşılanması salgınla mücadelede iktidarın görevidir. Temiz hava, güneş ve fiziksel hareketliliğinizi sağlayacak alanlar ve düzenlemeler organize etmek yine iktidarın sorumluluğundadır. Ekonomik çıkarlar için sağlığımızı hiçe atarak çalıştırıldığımız işyeri ortamlarına gitmemeyi talep etmek en doğal sağlık hakkı talebimizdir. Hareketliliği azaltıp bulaşı önlememiz için ekonomik destek, zamanında aşılanma, şeffaf bilgi edinme yurttaşlık haklarımızdır. Haklarımızla ruhsal, fiziksel, biyolojik bütünlüğümüz yani sağlığımız için çalışmak görevi sağlığımızı korumak olan ilgili bakanlıkların ve iktidarın tartışılmaz sorumluluğudur. Hak taleplerimizi yükseltmenin, yaşam hakkımızı daha güçlü savunmanın en gerekli olduğu zamanlardayız. Toplumun yaşam hakkının dahi elinden alındığı bu dönemde, tüm demokratik kitle örgütlerine, siyasi partilere, toplum temsilcilerine bu talebi birlikte yükseltelim çağrısında bulunuyoruz.

Uyarılarımıza rağmen yanlış sağlık politikalarında ısrar edilmesi, sosyal cinayettir.

Toplumun ve sağlık çalışanlarının canını ve sağlığını riske atan vurdumduymazlığına daha fazla tahammülümüz kalmamıştır.

Siyasi ve ekonomik çıkarları değil insanı önceleyin!

Kamuoyuna ve basına saygılarımızla duyururuz.

***

KESK’in Aile, Çalışma Ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı Çalışma Genel Müdürlüğü’ne ilettiği 14 talep:

*Pandemi ile mücadelede başta gerçek vaka ve ölüm sayıları olmak üzere süreç tam anlamıyla demokratik ve şeffaf yürütülmeli, anti demokratik yönetim anlayışından vazgeçilmeli, Meclis’te bulunan tüm partiler, emek, meslek ve demokrasi güçleri, ilgili tüm kesim temsilcileri merkezi ve yerel süreçlere dâhil edilmelidir.

*Sosyal destekli 4 haftalık tam kapanma, kademeli açılma ve tam bir izolasyon hayata geçirilmelidir.

*COVID-19 illiyet bağı aranmaksızın sağlık çalışanları için meslek hastalığı kabul edilmelidir.

*Hastanelerin yanında, güvenli açık alanlarda ve seyyar test yapılabilecek koşullar oluşturularak yaygın test yapılmalı, özellikle iş yerlerinde filyasyon çalışmalarına aksamaya yer vermeksizin devam edilmelidir.

*Güvencesiz kadrolarda çalışan personelin güvenceli kadroya geçmesi sağlanmalı, haklarında kesin yargı kararı bulunmayan ihraç tüm kamu emekçileri görevlerine iade edilmelidir.

*Başta yoksul halk kesimleri olmak üzere halka parasız ve nitelikli maske dağıtılmalı, su ve hijyen ürünleri ücretsiz sağlanmalıdır.

*Aşıda patentin kaldırılmasına yönelik uluslararası alanda çaba yürütülmelidir. Tedarik sorunu hızlıca çözülmelidir.

*Başta sağlık, eğitim, PTT’de çalışan kamu emekçileri olmak üzere tüm kamu emekçileri hızlıca iki doz aşılanmalı, düzenli aralıklarla test yapılmalıdır.

*Okulların yüz yüze eğitime hazır hale getirilmesi için derslik sayısı arttırılmalı ve eğitime ulaşım imkânları sunulmalıdır.

*Sağlıklı ve güvenli bir eğitim için ihtiyaç duyulan öğretmen, temizlik ve sağlık personellerinin kadrolu olarak atamaları yapılmalıdır.

*Kalabalık okullarda, öğretmenler odası sayısı artırılmalı, öğrenci ve öğretmen tuvalet sayılarının artırılması için çalışma yapılmalıdır. Uzaktan eğitim yapan okullardaki derslikler geçici süreliğine yüz yüze eğitime devam eden ilkokullara ayrılmalıdır.

*KESK olarak kamuda uzaktan çalışma ve dönüşümlü çalışma gibi çalışma yöntemlerinin sadece pandemi dönemi ile sınırlanması gerektiğini, kamu emekçilerinin hak kayıpları yaşamasının önünü açan söz konusu modellerin kalıcı hale getirilmesine karşı olduğumuzu her platformda ifade ettik, etmeye devam ediyoruz.

*Hakeza Pandeminin başlangıcında yayınlanan, uzaktan çalışma ve dönüşümlü çalışma konularında yetki devrini çok geniş tutan Cumhurbaşkanlığı Genelgesinin kamu idarecilerinin keyfi tutumlarına yol açma tehlikesi barındırdığının altını daha ilk gün çizmiştik.

*Eşi ister kamuda ister özel sektörde çalışsın erkek-kadın ayrımı yapılmadan tüm kamu personelini kapsayan, dönüşümlü ücretli ebeveyn izni, herhangi bir hak kaybı yaşanmaksızın, hızlı bir şekilde hayata geçirilmelidir.

*Kronik hastalığı olan, engelli ve hamile (24 haftadan küçük hamilelikler de dahil) tüm kamu emekçilerine keyfi yorumlanmaya açık olmayacak netlikte idari izin hakkı tanınmalıdır.”

 



İLİŞKİLİ İÇERİK

KORONA GÜNLÜK 22-28 KASIM 2021

Sağlığın piyasalaştırıldığı, emeğin değersizleştirildiği ve yabancılaştırıldığı, kışkırtılmış sağlık hizmetinin olduğu, kapitalist erkek egemen sağlık sisteminin ...