Toplumsal Mücadeleler ve Kara Ölüm

Laser TURABİ*

YENİ YAŞAM GAZETESİ

Kara ölüm her ne kadar veba ile sembolleşse de salgınlar ve iktidarların kitlesel katliamları sonucu gelişen ölümlerin bütünü olarak ifade edilmektedir kutsal kitaplarda. Ve kara ölüm mahşerin dördüncü atlısı olarak adlandırılırken, topluma ait olmayan ekonomi (gasp-talan-rant-sömürü) üçüncü atlı, iktidarlar ve devletlerin resmi politikaları ikinci atlı, kutsallığın dünyası ile birlikte yaşamı ve umudu ise birinci atlı olarak tanımlanmaktadır. Toplumlar tarihi, yaşamı ve umudu sürekli olarak yok etmek isteyen doğa ve toplum karşıtı düzen temsilcileri (devletli uygarlık) ile güzel bir yaşam için sürekli olarak umudunu canlı tutan ve bunun için mücadele eden demokratik toplum direnişlerinin tarihidir. Kara ölümü (salgınlar) bu dönemlerin en kaotik dönemleri olarak ele alabiliriz.

Salgınlarda çok kısa sürede çok yaygın ölümlerin yaşandığı doğru olmakla birlikte toplumlar tarihinde umut ve karanlığın mücadelesinde sürekli olarak ölümlerin yaşandığı bir gerçektir. Savaşlarda bundan daha az ölümler yaşanmamıştır. Aynı şekilde açlıktan, göç yollarında, zorla dayatılan çalışma mekânlarındaki işçi ölümlerinde, kadın cinayetlerinde, kanserleşen kentleşmede, ölüm kusan sanayileşmede ve GDO’lu gıda tüketiminde bundan fazla ölümler yaşanmıştır.

Bu yazının konusu bu ölümlerin çetelesini tutmak değildir. Bir gerçeği açıklamaktır; sanki yaşamımız güllük gülistanlık da nereden çıktı bu ölüm demeye başladık. Oysa toplumlar tarihine ve yakın tarihimize bakmak yeterlidir. Çok uzağa gitmeye gerek yok; 13 Mayıs 2014 Soma, 20 Temmuz 2015 Suruç- 10 Ekim Ankara, 2016 Cizre ve yine her yıl binleri bulan işçi katliamları ve kadın katliamları mahşerin ikinci atlısı olan iktidar ve devletler ile üçüncü atlısı olan toplum ve doğa karşıtı ekonomi politikalarının sonucu yaşanan ölümlerin hiçte azımsanmayacak sayıda olduğunu göstermektedir.

Peki, yaşanan bu ölümler salgın düzeyinde olmasına rağmen neden bunlar daha az konuşulurken salgınlarla birlikte yaşanan ölümler egemenler tarafından her gün istatistiğin egemenlik kokan diliyle yaşamımıza ve dilimize yansıtılmaya çalışılmaktadır?

Birçok nedeni olabilir; ancak bu yazıda toplumsal mücadelemizi de etkileyen bir neden üzerinde durmak istiyorum. O da salgınlarda yaşanan ölümü çok abartarak toplumda diğer yaşanan ölümleri unutturmak ve ölüm korkusuyla tüm toplumu baskı altına alarak uygulayacakları yeni politikalarına razı etmektir. Mücadele dinamiğini engellemektir.

Hastalık ve ölüm verileri ile toplum birbirinden izole edilmeye çalışıyor. Baskı politikalarına rıza üretilmeye çalışılıyor. Sosyal mesafe çağrıları ile insanlık birbirinden iyice uzaklaştırılmaya çalışıyor, ötekileştiriliyor. Kapitalizmin üretim-tüketim, yönetim mekanizması ve onun ideolojisi olan liberalizmle yaratılan bireycilik kültürü ile birbirimize ve kendimize yabancılaştırılan insanlar olarak bu dönemde daha fazla yabancılaştırılmaya çalışılıyoruz. Toplum içindeki bu durumu anlayabiliyorum. Ancak geçmişten bu güne tamda bu yabancılaşmaya karşı çıkan emek hareketini, toplumsal mücadele örgütlerini ve onların temsilcilerini anlamakta zorlanıyorum. Bu mesafe niye?

Toplumsal mücadelelerde yaşam ve ölüm birlikteliğini gören bir yerden geliştirilmek istenen toplumsallık anlayışı ile yaşamın bu kadar bireyselleştirilmesine karşı çıkarak mücadele sürdürülmeye çalışıldı. Hele Türkiye gibi bir ülkede en sıradan talepler için, en temel yasal hak olan bir basın açıklaması anında bile devletin şiddeti ile bu mücadelede yer alan onlarca arkadaşımızı kaybettik. Bugün yaşanan bu geriye çekilme niye? Bizler yol arkadaşlarımızı ve toplumu korumayı bugün bize yalnızlığı dayatan egemenlerden öğrenecek değiliz. Bizler kendimiz, yoldaşlarımız ve toplumun geleceği için birçok şeyi göze alarak toplumsal mücadele içinde yer alıyoruz. Bize dayatılan bu çirkin yaşamı üretmemek ve yaşamamak için, yeni bir yaşam inşa etmek amacıyla yola koyulmuşken iktidarlar ve onların borazanlığını yapan tıp otoriterlerinin sözüne tabi olmayı anlamıyorum. Salgında tedbire gerek yok, ne olursa olsun demiyorum elbette. Biz kendimize dair tedbirler geliştirebiliriz. Yalnızlaşmadan ve birbirimizi koruyarak, en önemlisi de sevgimizi esirgemeden bu süreci güçlü bir yeni toplumsallaşmayla aşabiliriz. Mücadeleyi isyan ve direnişle büyüterek bu kaostan başarılı çıkabiliriz. Sosyal mesafe, yana yana durmamak, sevgimizi birbirimizden esirgemek yani yalnızlık bizim için ölüm demektir. İktidarlar için bunlar güç demektir. Egemenler için yaşam olan, bizim için ise ölüm olan yalnızlık ve tekleşme cenderesinden çıkmak gerekir. Devlet ve sermaye için fabrikaya gidiyoruz, işe gidiyoruz, hastaneye gidiyoruz, çalıştığımız yerlerde ve işe gidiş-gelişlerde kullandığımız toplu taşıma araçlarında pekâlâ bir arada bulunuyoruz. Peki bunu toplumsal mücadele alanlarımız olan partilerde, sendikalarda, derneklerde ve yaşam alanlarımız olan mahallede, sokakta, sitede ve hanelerimizde neden yapmıyoruz. Bu alanlar yeni bir yaşam için zorla değil, gönüllü bir araya geldiğimiz yaşamımızı yeniden ürettiğimiz mekânlardır. Bu mekânlar fabrikadan, hastaneden, bürodan ve toplu taşıma araçlarından daha tehlikeli yerler değildir. Çünkü bu mekânlarımız bizim toplumsallaşma alanlarımızdır. Bizler birbirimizi hissederek, kendimizi koruma duygusu ile yoldaşımızı koruyarak, mesafeleri kaldırarak ve sevgimizle toplumsal ilişkilerimizi güçlendirerek mücadeleyi sürdürmek zorundayız. Tamda durursak, sevgimizi esirgersek ve en önemlisi de mücadeleyi sürdürmezsek ölürüz.
Salgınlar tarihine baktığımızda biz ezilen emekçileri ve halkları öldüren yoksulluk, baskı, ötekileştirme, yalnızlık ve en önemlisi de sevgisizliktir. Bizler birbirimizden ayrı düştüğümüzde, mesafelerin yaratacağı yabancılaşma ile sevgimizi esirgediğimiz anda ölüm başlıyor. Çünkü bizler toplumsallığımızla var olduk ve toplumsallığımızla var olacağız. Bunun için varoluş pratiklerimizden vazgeçmemiz gerekir.

Ulus-devletin Modernist Aklının Ürünü Olan Toplumsal Mühendislik Kurumları Değil Toplumsallığımız Bizi Yaşatır

Salgın süreci bizim için öğretici oldu. Düşünün gelişmiş kapitalist ülkelerin ekonomilerinin ve tedavi amaçlı sağlık alt yapısının çok güçlü olmasına ve ayrıca kısmen de olsa demokratik katılıma açık oluşlarına rağmen bizden fazla ölümler yaşandı. Bu durumu incelediğimizde;

*Toplumsallık kapitalist bireycilikle iyice aşındırılmıştır. Oluşan kapitalist modernist kültür insanları yalnızlaştırmış, yaşadığı mekanlar olan haneler tek kişilik hücrelere dönüşmüştür. Bu durum sokakların ve kapitalist toplu tüketim mekanların kapatılmasıyla yalnızlık ciddi boyutlara ulaşmış, toplumsal olan insanın, toplumsal olan salgın-hastalıkla baş etme kapasitesini düşürmüştür.

*Yaşlı bakım ve rehabilitasyon merkezlerinde bulunan yaşlı ve engelli kesimlerde daha çok ölümler yaşanmıştır. Toplumun bir parçası olan bu insanların bu mekanlarda yalnızlaşması ve karantina ile birlikte toplum ile temasının iyice sınırlandırılması bu kesimlerin ölümlerini hızlandırmıştır.

*Türkiye’de var olan hane yapısı ve geleneksel toplum yapısı bu kesimlerin hane içinde kalmasıyla birlikte yalnızlaşmaması ölümleri azaltmıştır. Doğallığında Avrupa kentlerinde yaşanan görüntüler Türkiye’de yaşanmamıştır. AKP buradan bir başarı hikayesi yazmak istiyor, ancak bu başarı topluma aittir. AKP’nin bir başarısından bahsedilecekse yaklaşık 10 yıldır uyguladığı evde bakım ücreti ile yaşlıların ve engellilerin hane içine çekilmesi olabilir. Ancak bilinmelidir ki bu uygulama da salgını ön gördüğü için değil, zihin kodlarındaki kadını eve kapatma ve onun emeğini ucuza sömürmek, ayrıca geleneksel kadın rolünü pekiştirmek amaçlıydı.

*Diğer bir etkende yoğun bakım üniteleriyle ilgili uygulamadır. Diğer ülkelerde, Covid-19 tanısı almış kişilerin erkenden yoğun bakım ünitesine alınmaları ölümleri hızlandırmıştır. Türkiye’de bu sürecin geciktirilmesi olumlu olmuştur. Yoğun bakım ünitelerin yalnızlığı ve cihazların yarattığı soğukluk, ayrıca hastanın iyileşmesi için yakınlarının sevgisinin olmaması ölümü hızlandırmaktadır. Covid-19 tanısı ile yoğun bakımda yatan hastalara hastalığın özelliğinden kaynaklı olarak artan mesafe bu durumu daha da vahim hale getirmiştir.

Görüldüğü üzere bizleri aramıza koyacağımız mesafeler korumayacaktır. Daha çok bir arada bulunarak ve yoldaşlıklarımız-sevgimiz koruyacaktır. Kapitalizme ve devlete koyduğumuz mesafe bizi yaşatırken, toplumsallığımıza, mücadele örgütlerimize ve yaşam mekanlarımıza koyduğumuz mesafeler ise bizi öldürür. Ölüm ve yaşam döngüsüne yönelik gelişen çarpık anlayış ile birlikte modernizmin ve onun liberalizm ideolojisinin bizi çektiği bireyselleşmiş yaşamlarımızın yarattığı kaygılar ile bir geri çekilme halini yaşıyoruz. Bu aynı zamanda bir türlü hesaplaşamadığımız orta sınıf anlayışının hakim gelmesidir. Mücadele örgütlerimizde de bu anlayışın hakim olduğu açıktır. Salgın günlerinde dayanışmanın sürekli önemli olduğunu ifade edilirken, aynı zamanda bizde gelişen dayanışma anlayışında bile orta sınıf anlayışının izleri bulunmaktadır. Kendini maddi dayanışma ile sınırlandıran yaklaşım bu anlayışı pekiştirdiği gibi, aynı zamanda mücadelenin yükseltilmesi gereken bir dönemde maddi dayanışma ile yetinme hali bize kaybettirir. Önemli olan yeni yaşam iddiamızı sürekli canlı tutmak, ideolojik tartışmalarımızla bunu sürekli geliştirmek ve pratiklerimiz ile bunu sınayarak sürekli bir mücadele ile bu dönemde başarılı bir çıkış yakalamamızdır.

Yine yukarda da ifade ettiğim gibi bizi yaşatanın hangi toplumsallık olduğu açıktır. Modernizmin bizi çekmek istediği bireyselleştirilmiş yaşam ilişkilerinden kendimizi arındırmamız gerekir. Bunu söylerken geleneksel toplum formları sınırlarına hapsolmayı kastetmiyorum. Tam tersine kapitalizmin bize dayattığı yaşam ve ilişkileri, hanelerimizde yalnızlaşmış yaşam formlarını aşmakla birlikte geçmişten gelen geleneksel toplumun aile ve hane yapısı ile mücadele etmek gerekir. Yeni yaşam için erilliği, iktidarı, sömürüyü ve bireyciliği değil, özgürlüğü, eşitliği ve toplumsallığı üreten yeni kurumsallıklara ihtiyaç var. Aile yerine hane kavramı ile demokratik bir hane ile özerkliğimiz ve yaşamımızı geliştirebiliriz. Bununla birlikte sokağımızda, sitemizde ve mahallemizde yeni toplumsal formlarımızı geliştirebiliriz. Ulus-devletin toplumsal mühendisliği ile yaşlıyı yaşlı bakım kurumlarına, engelliyi rehabilitasyon merkezlerine ve çocukları kreşlere hapseden ve toplumu bölen kurumlar yerine mahallemizde ve sitelerimizde bunların bir arada bulunmasını sağlayan mekanları oluşturmak daha toplumsal olandır.

Salgın günlerinde evde kalmamız bizim evdeki pratiklerimizi sorgulamaya yardımcı olabildi mi? Bilemiyorum. Olmuşsa artık buradaki özgürlükçü ve eşitlikçi pratiklerimizle sokağımızda, mahallemizde, partimizde, sendikamızda ve derneğimizde yoldaşlarımızla birlikte sevgiyle yeni bir yaşam için mücadeleyi büyütelim….
Bir an öce ….

*Sağlık Emekçisi