Radikal Kötülükten ‘Kötülüğün Sırandalığı’na- Can Pençe

Her şeyin kötü olduğu yerde en kötüyü bilmek iyi olmalı        “F.H.Bradley”  

              William Golding’in “Sineklerin Tanrısı” adlı alegorisinde; gelecekteki atom savaşı sırasında, yaşları altı ile on iki arasında değişen bir grup çocuğun güvenilir bir yere götürülmek üzere bindikleri uçak, saldırıya uğradığı için ıssız bir mercan adasına düşer. En başta cennet gibi görünen bu adanın kurtulana kadar çocuklar tarafından nasıl yangın yerine getirildiği anlatılır. İngilizlerin beelzebub dedikleri şeytanın İbranice adı, “Sineklerin Tanrısı” anlamına gelen baalzbub olduğu için Golding kitabına bu ismi vermiştir. Kitapta üstüne sineklerin konduğu bir domuz başı olarak betimlenen “Sineklerin Tanrısı”, insanların içindeki kötülüğü simgeler. Peki uygar dünyanın baskısından uzaklaşmış izole bir ortamda yaşayan, bir toplumun belki de en masum bireyleri olan çocuklar, nasıl birbirlerine karşı kan dökecek kadar acımasız olabilir? Medeni dünyanın yasaklarından arınan çocukların neden içerisindeki kötü içgüdüler durdurulamaz bir şekilde büyürken; vicdan, ahlak, sorumluluk gibi iyi duygular baskılanır? Golding’e göre; insanlar      -ister büyük olsunlar ister küçük- tümüyle kötü değildir; dış dünyada olduğu gibi insanın iç dünyasında da iyilikle kötülüğün, aydınlık güçlerle karanlık güçlerin çarpıştığına inanır.

          Kötülük kavramının kökleri ilk günah ile bağlantılı olarak Eski Ahit’in başlarında anlatılan öyküye dayanır. Tanrı “iyilik ve kötülüğü bilme ağacı”nın meyvesini Adem’e yasaklamıştır. Bilgi ağacının meyvelerini yerlerse gözlerinin açılacağını ve iyi ile kötünün bilgisini edinerek tanrı gibi olacaklarını söyleyen bir yılan, kadını baştan çıkarmıştır; kadın da erkeği kandırmıştır. Yasak meyveyi yiyen insan tanrı tarafından cennetten kovularak; iyilik ve kötülüğün bilgisine erişen insanın hayat ağacına uzanması, dolayısıyla tanrı gibi ölümsüz olması engellenmiştir. Yani insanın ilk günahı; tanrıya itaat etmemesi, daha doğrusu iyi ve kötünün bilgisine sahip olarak tanrıya benzemek istemesidir. Felsefe, Kant’tan XX.yüzyıla kadar geçen süreçte bu konuda kötülüğü, kötü niyet ile özdeşleştiren bir geleneğin yaratıcısı olmuştur. Baştan çıkarmadan önce kötü bir niyet mevcuttu. Eğer insanın iradesi yerinden oynatılamaz olan iyinin sevilmesinde sapasağlam sabit kalsaydı, bu takdirde ayartıcı (yılan), onun üzerinde bir güç sahibi olamazdı. Eğer daha önce kötü bir niyet olmasaydı, kötü eylem (baştan çıkarma) gerçekleştirilemezdi.

XX.yüzyılda kötülüğün yeni yüzü ve en uç noktası olarak tanımlanan Auschwitz; savaş sonunda tüm gerçekliği ve tanıklarıyla ortaya çıktığında, klasik kötü niyet kavramı, yaşanılanları açıklamada yetersiz kalmıştır. Ünlü siyaset bilimci Arendt’e göre; imkansız mümkün kılındığında (totaliter rejimlerde), o artık anlaşılamayan ve bencillik, açgözlülük, güç arzusu gibi insani saikler (güdüler) ile açıklanamayan mutlak kötülük haline geldi. Arendt, II.Dünya Savaşı sırasında Nazi toplama ve imha kamplarında yaşananları kötülüğün en radikal biçimi olarak değerlendirir; Auschwitz’i bu anlamda bir kırılma noktası olarak görür. Arendt’in yirminci yüzyılda kötülüğün yeni yüzüne tanıklık ettiğimiz iddiasının ardında insanları insanlar olarak gereksiz kılmaya dayanan çok çarpıcı bir fenomen vardır. İmkansızı imkansız olmaktan çıkaran, insanları her şeyin mümkün olduğuna inandıran totalitarizmin, cinayeti bir sivrisineği ezmek kadar anlamsızlaştırmasıdır burada söz konusu olan. Çünkü ölüm gülünç olarak gücünü yitirmiştir. Arendt “bildiğimiz tüm standartları çökerten ve yıkıcı gerçekliği ile bizi karşı karşıya bırakan” bu yeni fenomenden bahsederken ilk olarak “radikal kötülük” kavramını kullanır. Çünkü ona göre yaşlı halasını öldürmeye kalkışan bir adamla, eylemlerinin ekonomik faydalarını hiç düşünmeden ceset üretecek fabrikalar -yani gaz odaları- inşa eden insanlar arasında bir fark vardır. İkincisinin bir cezai suç olarak tanımlanmasına karşı çıkar ve “insanlığa karşı suç”  kavramını kullanmayı yeğler. Nazi suçları için hiçbir ceza anlamlı değildir ve bu suçlar yasanın sınırlarını havaya uçurur. Göring’i asmak anlamlı olabilir ama bu tam anlamıyla yetersizdir. Yani bu suç, tüm cezai suçlarla karşılaştırıldığında bütün yasal sistemleri aşar ve paramparça eder.

Arendt; 11 Mayıs 1960’da Buenos Aires’in bir kenar mahallesinde İsrail ajanlarınca hukuk dışı bir şekilde yakalanıp Kudüs’e kaçırılan Adolf Eichmann’ın yargılanma sürecine gözlemci olarak katılır. Adolf Eichmann, Yahudilerin ve tüm ötekilerin kamplara ve gettolara naklinden sorumlu, rütbesi çok da üst düzey olmayan bir Nazi subayıdır. Eichmann için yarım düzine psikiyatrist duruşma öncesi normal raporu vermiştir. İçlerinden biri “benden, onu muayene ettikten sonraki halimden her halukarda daha normal” demiştir. İşin daha kötüsü, Eichmann’ın Yahudilerden hastalık derecesinde nefret ettiği, fanatik bir antisemit olduğu veya birilerinin onun beynini yıkadığı falan yoktu. Hiçbir zaman kişisel olarak Yahudilerle bir alıp veremediği de olmamıştı; aksine, Yahudilerden nefret etmemek için bir sürü özel nedeni vardı. Fakat Arendt’e göre hiçbir şey, yükselmek için her şeyi yapmasına engel olmamıştır. Öyle ki; ”Nihai çözüm”ü (ölüm emri), nihai kılmak için tartışmasız her zaman elinden gelenin en iyisini yapmıştır, diye betimler onun gayretli çabasını. Eichmann “ne yaptığını hiç fark etmemiş” biri olarak, tek bir Yahudiyi bile elinden kaçırmak istememiştir.

Leonard Cohen “Eichman ile ilgili bilinmesi gerekenler” adlı şiirinde şöyle diyor;

  Gözler……………………………………….normal

      Saçlar………………………….……….…..normal

      Kilo………………………………………..…normal

      Boy………………………………………….normal

      Belirgin özellikler……………………..…yok

      Parmak sayısı…………….………………on

      Ayak parmağı sayısı…………….……on

      Zeka……………………..…………….……normal

      Ne beklemiştiniz?

      Uzun tırnaklar mı?

      Devasa azı dişleri?

      Yeşil tükürük?

      Delilik? 

      Arendt’e göre bu adamın canavar olmadığı ortadaydı. Sanık sandalyesinde “Mavi Sakal”ı görmeyi bekleyenler son derecede “normal” bir insanla karşılaşmıştır. Ona göre, Eichmann, sadece emirleri yerine getiren, göze girip terfi etmekten başka bir şey düşünmeyen bir zavallıdır. Yahudilere yapılanların yalnızca bu adamın yaptığı kötülüklere indirgenmesi, “mekanizmanın” göz ardı edilmesi demektir. İnsanları insanlıktan çıkaran mekanizmanın anlaşılmaya çalışılması ve parçalanması gerekir. Eichmann’ı; o akıl almaz kötülüğün içinde tutan, dolayısıyla insanlığa karşı suçun başlıca faillerinden biri haline getiren neden bu düşünce yoksunluğudur.

        Baudrillard günümüzde hiçbir şeyin sona ererek ya da ölümle yok olmadığını ileri sürer. Her şey hızla çoğalarak, sirayet ederek, doygunluk ve şeffaflık yoluyla yok oluyor. Artık ölümcül bir yok olma biçimi değil, fraktal bir dağılma biçimi vardır. Şeyler, göstergeler ve eylemler; düşüncelerinden, kavramlarından, özlerinden, kökenlerinden ve amaçlarından kurtuldukları zaman sonsuza dek kendilerini yeniden üretirler ve böylece yok olurlar. “Düşünce çoktan yok olmuşken, şeyler ve eylemler kendi içeriklerini hiç umursamadan işlemeyi sürdürürler”. Paradoks da zaten bunların bu koşullarda iyi işliyor olmaları durumudur. Kısacası düşüncesini yitiren bir şey, gölgesini yitirmiş adama benzer; bu şey, kendini kaybettiği bir çılgınlığın içine düşer.

      Nazi Almanyasında kötülük, insanların görür görmez kötülük olduğunu anlamalarını sağlayan niteliğini –baştan çıkarıcılığını– kaybetmişti. Asıl sorun tam da Eichmann gibi onlarca insanın var olmasından, onlarcasının ne sapık ne de sadist olmasından; ne yazık ki hepsinin eskiden de şimdi de dehşet verici bir biçimde normal olmasından kaynaklanıyordu. İşte Arendt korkmamız gereken şeyin tam da bu korkutucu normallik olduğunu savunur. “Hukuk kurallarımız ve yargılama usullerimizin ahlaki standartları açısından bu normallik, yapılan bütün kötülüklerin toplamından daha dehşet vericiydi; aslında insanlığa karşı suç olan bu yeni suç türü, yaptığı şeyin yanlış olduğunu anlamasını veya hissetmesini neredeyse imkansız hale getiren koşullarda suç işliyordu.” İnsanlığa karşı işlenen suç’lara sinen kötülüğün belki de en ürkütücü yanı budur; yani son derece normal insanların; normal olmayan hiçbir şey olmamış gibi, her şey gerçekten normalmiş gibi eski hayatlarına yeniden geri dönmeyi  -yaşananları sorgulamayı gerek duymadan- başarabilmesidir.

Z.Bauman bu durumu şöyle açıklamıştır; “Bir diğer pratik boyut, zamanımızın ünlü ve gurur duyulan titiz iş, uzmanlık ve işlev bölümü nedeniyle hemen hemen her girişimin, her işin sadece küçük bir parçasını yapan birçok kişiyi içermesinden kaynaklanmaktadır: İşin içine karışan insan sayısı o kadar büyüktür ki, kimse nihai sonucun yaratıcılığını ya da sorumluluğunu üstlendiğini akla yatkın ve ikna edici şekilde ileri süremez. Günahkarların olmadığı günah, canilerin olmadığı cinayet, suçluların olmadığı suç! Sonucun sorumluluğu tabiri caizse hiçbir yerde doğal limanını bulamadan yüzer. Daha doğrusu suç öyle incelmiş bir şekilde yayılır ki ”kısmi aktörler”in herhangi birinin en gayretli ve içten öz inceleme ya da pişmanlığı nihai durumda pek az şeyi değiştirecektir-değiştirebilirse tabi. Birçoğumuz için bu beyhudelik  “insan çabalarının nafileliği” inancını besler ve bu nedenle hesaplaşma çabasına hiç girmemenin yeterli bir nedeni olarak görünür.

Bu kolaylıkla suç işlemelerini sağlayan normalliğin, onları suç işlediği fikrinden de uzaklaştırdığı, dolayısıyla vicdana yönelik herhangi bir hesaplaşmaya başvurmadıkları anlamına gelir. Hatta yaptıkları o derecede normaldir ki, savaştan sonra saklanma gereği duymadıkları gibi takma isim kullanmayı dahi gerek görmemişlerdi. Polonya’yı judenrein (yahudisiz bölge) hale getirmekle görevli üst düzey SS lideri Wilhelm Koppe’nin savaştan sonra Almanya’da bir çikolata fabrikasının başına geçmesi veya 1972-82 yılları arasında BM Genel Sekreterliği yapan ve 1986 yılında da Avusturya cumhurbaşkanlığına seçilen Kurt Waldheim’ın bir Nazi istihbarat subayı olması örneklerinde olduğu gibi.

Arendt’in duruşma sonrası fikrinin değiştiği, hocası Karl Jaspers’e yazdığı mektupta anlaşılır: “Aslında şimdi kötülüğün asla radikal olmadığını, sadece aşırı olduğunu ve ne derinliğinin ne de şeytani boyutunun bulunduğunu düşünüyorum (Çünkü Nazileri mitleştirmek ve mistik öğelerle süslemek istemez) Bir mantar gibi yüzeye yayıldığından fazlasıyla büyüyüp tüm dünyayı mahvedebilir. Düşünceye meydan okur çünkü düşünce bir derinliğe ulaşmaya, köklere inmeye çalışır ve kötülüğü dert edindiği an, ortada hiçbir şey olmadığı için hüsrana uğrar. Fikre ve zikre direnen kötülüğün ‘sıradanlığı’ budur işte.”

Sabahattin Ali, Arendt’in kötülüğün sıradanlığı kavramını tanımlamasından yaklaşık onbeş yıl önce şöyle der bir öyküsünde;

“…Bunların hepsi fena, vicdansız insanlardır demek istemiyorum. Ne gezer onların arasında da ne müşfik aile babaları, ne vefalı arkadaşlar, ne hassas yürekli tabiat aşıkları vardır. Ama karşımızda düşman olarak vazife aldıkları andan itibaren, onlar, iradelerinin dışında bir kuvvetin oyuncağıdırlar. Cemiyet içinde aldıkları mevki ve vazifenin onlara verdiği şahsiyet, tabiatın şekil verdikleri asıl benliklerini o kadar gölgelemiş, seneler geçtikçe o kadar gerilere itmiş, boğmuştur ki, kendileri bile bu asil benliklerini aramaya kalksalar, herhalde içlerinde karanlık bir boşluk, bir kargaşalıktan başka bir şey bulamayacaklardır. Benimle uğraştıkları, hatta işkence ettikleri sırada, ben onlarda bu insan tarafı aramakla meşguldum. Evet, onlar benim fena bir kimse olmadığıma inandıkları halde muhakkak fena bir tarafımı kendilerince fena sayılabilecek bir tarafımı bulmaya uğraşırlarken, ben onların insanlıktan uzaklaşmış, hayvanlıktan, vahşilikten bile daha ürkütücü bir hal almış olan hareketlerinde, yüzlerinde, sözlerinde, şu her şeyi iyi ve güzel bir ahenge götürmeye çalışan tabiatın bir eserini, bir izini arardım. Onlara hiçbir zaman kızamıyor, onlardan nefret etmiyor, sadece zavallılıklarına daha doğrusu insanlığın bu kadar tiksinecek hale gelmesine acıyordum”(Sırça Köşk/Kurtla kuzu/1947)

 

Kaynaklar;

[1] “Arendt üzerine” Patricia Altenbernd Johnson/Sentez yayınları

[2]”Hannah Arendt’te Radikal Kötülük Problemi” Berrak COŞKUN/Ayrıntı yayınları

[3] “Kötülüğün Sıradanlığı-Adolf Eichmann Kudüs’te” Metis yayınları Hannah ARENDT

[4]”Sineklerin Tanrısı” William GOLDİNG Türkiye İş Bankası Kültür yayınları

[5] “Sırça Köşk” Sabahattin ALİ [1947] YKY

[6] “Şiddet üzerine” İletişim yayınları Hannah ARENDT

[7] “Herşeye rağmen” Yarınhaber [2016] Prof.Dr. Cem KAPTANOĞLU

[8] “Kötülüğün Şeffaflığı-Aşırı fenomenler üzerine bir deneme” Jean BAUDRİLLARD  Ayrıntı yayınları