SUÇ VE CEZA-Onur Naci Karahancı
‘…Suç bir milletin en büyük iktisat kaynağıdır. Devamlı suç oluşturman gerekir ki aş götürsünler evine…’ diyor ‘Hükümet Kadın’ filminde Faruk karakteri kaçakçılık yapmasını savunurken… Buradan hareketle gerçekten devletlerin yaşayabilmeleri için suç gerekli midir sorusuyla tekrar okudum Dostoyevski’nin ‘Suç ve Ceza’sını..
Suç ve Ceza kitabındaki baş karakterimiz Raskolnikov, topluma yararsız ve kendisine zararlı bir kadını öldürüp, parasını çalacak kusursuz bir cinayeti planlıyor. Bu cinayetin kendisine ve topluma maddi-manevi yararları olacağı için de suç sayılamayacağını düşünüyor: ‘Ben yanlızca bir bit öldürürüm. Yararsız, iğrenç, herkese zararı dokunan bir bit…’
Raskolnikov, kitabın başında: ‘hastalık mı suçu doğuruyor yoksa suç mu hastalığı?..’ diye soruyor ve kitabın sonuna doğru da ‘Ben aklı başında bir insanım, oraya onun için gittim, sıkıntı da orada oluştu. Eğer aklı başında olmasaydım, kendimi sorgulamasaydım bu sorunları yaşamazdım’ diye cevaplıyor kendisini.
Foucault ve Arrendt okumalarında: ‘İktidar algısında suç, piyasa mantığının dışında değildir. Aksine onun da bir piyasası vardır. Suç patolojik bir şey olmayıp herkes gibi karı zararı hesap edilen rasyonel bir öznedir; iyi bir ceza infaz politikası suçu tamamen yok etmek gibi bir amaç gütmez’ deniliyor. Yani iktidar suça ihtiyaç duyar: ‘Hükümet, suç piyasasının maliyeti, suçun maliyetini aşmayacak şekilde tedbirler almakla yetinir. Ve bu şekilde her zaman denetimli olarak bir suç olur; bu iktidar için gereklidir.’ İğneyi kendimize batırdığımızda: Toplum politize olmadığında ve biz sorumluluk almadığımızda suç ve korku üzerinden iktidar kendisini var eder…
İktidar yavaş yavaş tüm hücrelerimize ilerlerken ‘biz entelektüeliz, biz okumuşlarız, biz devrimciyiz’ diyenlere kitaptan eleştiri Raskolnikov’un en yakın arkadaşından geliyor: ‘Siz entelektüeller! Hepiniz birer gevezeden ve farfaracıdan başka bir şey değilsiniz. Küçücük bir acınız olsa on paralık yumurtası için ortalığı birbirine katan tavuklara dönersiniz. Üstelik burada bile yazarların düşüncelerini çalarsınız. Kurgularınızda bağımsız bir yaşamdan iz bile yok. Ve damarlarınızda kan olduğuna/ hiçbirinize inanmıyorum’. Devrimci iddialar, sisteme benzemeye ve insandan/toplumdan kopmaya başlıyor. İnsana benzememe ‘ruhsuzlaşma’ eleştirisi yüze vuruyor. İnsana benzemek için çabalamamız gerektiği söyleniyor. Duygulardan bağımsızlaşan; eleştirdiği gibi olmaya başlayan teori ve ‘bilim’, pratikten, yaşamdan kopmaya ve toplumu hakir görmeye başlıyor. Hele hele günümüz akademi-bilim anlayışı.. Bu kopuşu yaşayan, teorik sırça köşklerden sürekli eleştiri yapıp, toplumu çözümlemeye çalışanlar tutuyor her bir yanı.
Teoride kusursuz bir cinayet planladığını iddia eden Raskolnikov için işler cinayet anında karışıyor ve peşine takılan dedektif ve kendi iç sorgulamaları sayesinde suç, ceza, değişkenlik tartışmaya başlıyoruz. Raskolnikov kendi iç dünyasında suçla yüzleşip onu yendiğini düşündüğü cümlelerinde: ‘Aklın esenliği içerisindeyim, ışığa çıktım artık. İrademi ve gücümü kazandım… Güç gerek bana güç. Güçsüz hiçbir şey olmaz. Ve güç ancak güçle elde edilir.’ diyor. Devletin bireyi şekillendirdiği günümüz Türkiye’sinde de var olmak, haklılığı gerekçelendirmek, yukarıdaki temellendirmelerle olmuyor mu?..
Toplumsal düzen ve sosyalizm tartışmasında da kitaptan alıntı yapacak olursak: ‘Suç toplumsal düzenin bozukluklarına karşı bir protestodur. Sosyalizmde suçu haklı kılacak başka hiçbir neden kabul edilmiyor.’ Sosyalizme şu soruları soruyor Raskolnikov’un en yakın arkadaşı: ‘Toplumsal düzen yoluna konulacak olursa ortada protesto edecek bir şey kalmayacak ve bir anda bütün suçlar yok mu oluverecek? Herkes biranda dürüst mü olacak?’ Kendi bakış açılarımızla değerlendirdiğimizde, 7 Haziran’dan sonra her şey düzelecek, sorunların hepsi mecliste çözülecek algısını da buraya koyabiliriz. Ya da devrim gelecek, bütün alanlardaki sorunlar bitecek algısını da. Sovyetler Birliğinin en iyi olmasının tartışılamazlığı ve eleştirdiği veya mücadele ettiği alanlara benzemeye başlamasını da…
Kitapta Raskolnikov’un en iyi arkadaşının ağzından bir diğer sosyalizm eleştirisi de doğanın hiçbir zaman ele alınmaması, hesaba katılmaması. Özeleştirel yaklaştığımızda, insana makine veya mekanizma gibi baktığımız her zaman kaybediyoruz. İnsan eliyle matematik bir dogma oluşuyor ve insanı yutuyor. Kitapta Avusturya Macaristan savaşından bahsediliyor: Avusturya ordusunda bütün generaller toplanmış kağıt üzerinde Napolyon’u kesin yenecekleri planları çadırlarında yapmışken; ordularının Napolyon’a teslim olduğunu öğrenirler. Doğa ve doğanın parçası insanı hesaba katmamak kaybettirir; geciktirebiliriz ama kaybederiz. Kapitalist anlayış içinde doğa barındırmaz, o nedenle kaybedecek; geciktirmek ‘iktidar’ların, hızlandırmak ‘devrimci’lerin elindedir.
Şu anda Ortadoğu ve özgürlük hareketleri başlığında da teknik/teorik yaklaşım ve sürekli eleştiri, yaşamla bağdaşmaz. Pratiğe katılan tartışma yürütmemek sol yetmezlik kaynaklı bir korku nedeni olmakta ki bu da eksik yoldaşlığı; eksik yoldaşlık da fikirsel ve fiziksel esareti getirir. Eksik yoldaşın payına fikirsel; yoldaşının eksikliğine uğrayanın payına da (en fazla) fiziksel esaret denk gelir… Faşistlerin iktidarlaşması, halkların susmasındandır. Raskolnikov’un iç hesaplaşmasında söylediği ‘beni unuttunuz ben bir kez geldim dünyaya ve yaşamak istiyorum’ sözü de, ne yazık ki faşistlerin iktidarlaşmasında susan devrimcilerin zamanla en büyük savunması olmakta…
Raskolnikov, ‘insanlık için kurtarıcı ülkülerinin gerçekleşmesi için, bazı engelleri aşmak resmi olmayan bir haktır’ diyor: ‘Kepler ile Newton’un buluşlarını engelleyen onlar yüzler olsaydı bunları öldürmek çok mu sıkıntılı olurdu, olmamalıydı’ (Devrimciler bunu kabul edebilir mi?) Devam ediyor Raskolnikov: ‘Muhammed, Napolyon ve daha birçoğu o dönem birçok şeyi, yasaları çiğnemediler mi? Çiğnediler. Ama çok büyük işler başardılar. Doğaldır ki bunların hepsi amaçlarına yardımı olacaklarına inandıkları anda hatta bazen eski yasalara tam bir bağlılık duymaktan başka hiçbir suçu olmayan tümüyle suçsuz insanların kanını dökmede duraksamamışlardır.’ Fransızlar için Napolyon doğru yapmış; Avusturyalılar için yanlış yapmış diyebilir miyiz?.. Peki yanlışa susabilir miyiz? İyi bir şey tartışıyorsak ya da iyi bir şey istiyorsak niye sustuk? Eğer iktidar savaştan besleniyorsa, zordan besleniyorsa önünü kesecek şey de zorun mekanizmalarını kırmaktır. Bu mekanizmayı kırmak çok basitken, barış diyebilmekken, bunu neden sulandırdık?
Suç işleme hakkıyla ilgili yine baş karakter Raskolnikov: ‘Birinciler yani kendileri gibi olanların çoğalmasına araç olanlar doğaları gereği tutucudurlar, uysaldırlar, boyun eğerek yaşarlar ve boyun eğmeyi severler. Bence de bunlar uysal ve boyun eğici olmak zorundadırlar. Çünkü bu onların görevidir ve burada onlar için aşağılatıcı bir durum söz konusu değildir. Halk böyle olmamalıdır. Bir de eğitimciler var diyor, bunlar da yasaları çiğnerler, yıkıcıdırlar veya da yeteneklerine bağlı olarak yıkıcılığa yatkındırlar. Ama büyük çoğunluğu birbirinden apayrı nedenler ileri sürerek daha iyi işler adına şimdinin yıkılmasını isterler. Bunların ülkülerini gerçekleştirmeleri için cesetlerin, kan göllerinin üzerinden atlamaları gerekirse bence bu izni vicdan rahatlığı ile verebilirler. Bunun birçok alanda hem kendinize hem de iktidara sorduğumuzda ikimiz de aynı şeyi yapma riskine sahibiz’ diyor.
Şu anda yaşadığımız durum da, bu riski var ediyor: Halk devrimi yaparken ölmeden öldürmeden nasıl olacağı tartış(a)mama çıkmazında çırpınıyoruz!. Bunu tartışma konusu bile yapmayan bir sol anlayış; çözüm de bulamaz, çelişkilerden de kurtulamaz. Cevap verilemeyince iktidarlar ‘Bu toprağın vatan olabilmesi için uğrunda ölebilecek insanların olması şarttır’ söylemleriyle ölüm güzellemesi yapmaktadırlar.
Raskolnikov suçlu sayılmasını tam olarak yapması gerekenleri yapamamasına bağlıyor: ‘Ben bir insan öldürmedim aslında bir ilke öldürdüm. Üstünden aşıp geçebilseydim, şu anda suçsuzdum’ Devlet için de çoğu ölüm ‘öteki’ ilkelerindir ve devlet bekasını sağlayabilmek için üstünden aşıp geçer. Böylesi ölümlerde tartıştığımız şey yalnızca ceza/cezasızlığa daraldığında ne yazık ki devleti göremeyiz.
Raskolnikov, artık kendisine ve onu takip eden komisere yenildiğinde, komisere neden kaçmasından korkmadıklarını soruyor. Komiser: ‘Siz artık kendi teorinize inanmıyorsunuz. Şu halde neye dayanarak kaçacaksınız? Siz bizsiz yapamazsınız’ diyor. Teoriniz, değerleriniz yoksa iktidarsız, devletsiz, hukuksuz, normsuz yapamazsınız diyor… Farkında değiliz ama tam olarak da böyle yaşıyoruz: Teorimizden, değerlerimizden koptukça korkuyoruz…
Foucault ve Arendt okumalarından birkaç örnek daha verecek olursak: ‘Suç ve suçlular kategorisi esnekleştikçe, iktidar için müdahale etmek daha kolay olur. Yaşadığımız düzenin devam edebilmesi için iktidar üç şekildedir: Egemenlik, disiplin ve güvenlik.’ Egemenlik kanunla; güvenlik biyoiktidarla, bedenimize müdahale etmeyi devletin görevi saymayla; disiplin cezayla karşımıza dikilir. Normlar çoğunlukla bizi tüketen yok eden veya bize birilerinin iktidar oluşturabilmesi için hazırlamalardır. Foucault güvenlik başlığında: ‘İktidar anomaliyi yadsımaz veya anomaliyi normalleştirmek istemez. Tam tersine güvenlik, anomalilerin var olmasını, onla mücadele etmeyi ve normalizasyon ister. Normalleşme istemez.’ Yani iktidar, toplumun ‘genel kuralları’nın dışındaki insanlar üzerinde biyoiktidar oluştururken, normlara/kalıplara sokma mücadelesi verdiğini kendisine gerekçe yapar. Ama hiçbir toplumun kendisiyle var olan ilişkilerin normalleşmesi işine gelmez. …Barış masası devrilmelidir… Her çeşit sınır güvenlik gerekçesiyle var olmalıdır… Bu sınırlar dışında her zaman bir savaşım olmalıdır.
Devlet, iktidar asla net olmayan normlarla; normalizasyon için oluşturduğu suç ve ceza sistemiyle var olagelmiştir. O halde suç ve ceza tartışmak devlet ve iktidar tartışmaktır. Sol için her yönüyle devlet tartışmaktan kaçınmak iktidar yaratır; ‘normal’ devleti besler.