SES Eş Genel Başkanı Gönül Erden; Pandemi ve sağlık emekçilerinin derinleşen sorunları

*alınteri -ropörtaj

Alınteri: Kolay gelsin Gönül hanım, koronavirüs döneminde yaşadığınız sıkıntılar aşılabildi mi? Öncelikle bu konuda bize bilgi verebilir misiniz?

SES Eş Genel Başkanı Gönül Erden: Bizlerin sorunları pandemiyle başlamadı. Biliyorsunuz, yaşadığımız sorunların hepsi alanlarda yaşadığımız sorunlardı. Ama pandemiyle birlikte daha fazla görünür oldu, daha fazla derinleşti ve artarak devam ediyor. Covid-19 salgını başladığı andan itibaren ilk olarak şunu ifade ettik: Bu salgınla mücadelede sağlık kurumları ve sağlık emekçileri çok kritik bir noktada duruyor. Salgınla mücadele etmek için öncelikle sağlık emekçilerini korumak gerekir, sağlık emekçilerini korumadan salgınla mücadele edilemez, sağlık emekçilerini korumadan toplum sağlığı mücadelesi yürütemezsiniz.”

Alınteri: Salgının başlangıcından itibaren yaşadığınız en büyük sorunun koruyucu ekipman sorunu olduğunu ifade etmiştiniz..

Gönül Erden: Evet, pandemi döneminde bütün sağlık emekçilerinin ayrımsız -yani statüsüne, kadrosuna, pozisyonuna, mesleğine bakılmaksızın- hepsine kişisel koruyucu ekipmanının uygun nitelikte, uygun kalitede, uygun sayıda verilmesi gerekiyordu. Maalesef, pandeminin başından bugüne kadar hala kişisel koruyucu ekipman sorunu yaşıyoruz. Hala hastanelerin birçoğunda yeteri kadar uygun nitelikte ve kalitede kişisel koruyucu ekipman yok. Bunu yaptığımız anketlerle de paylaştık.

İlk anketi 24-17 Mart’ta ikinci anketi 15-17 Nisan’da yapmıştık. Arada geçen üç haftaya rağmen ortaya çıkan anket sonuçları kişisel koruyucu ekipman sorununun çözülmediğini, devam ettiğini gösterdi. Hala pekçok yerde EN-95 maske ya hiç yok varsa da yeterli değil. Cerrahi maske var ama yeterli değil, siperlik koruyucu gömlek var ama yeterli değil. Bu kişisel koruyucu ekipmanların pekçok yerde yeterli olmadığını biliyoruz.

Sağlık emekçisinin kendisini koruyabilmesi için kişisel koruyucu ekipman çok önemli bir yerde durmaktadır. Bunun en somut örneğini bakanın kendi açıklaması gösteriyor. Bakan açıklamasında ‘7428’ dedi. Ama biz biliyoruz ki bugün on binin üzerinde sağlık emekçisi covid-19 tanısı almış durumda, bu kadar yoğun sağlık emekçisinin covid-19 tanısı alması bulaşıya maruz kalmasının sebeplerinden biri kişisel koruyucu ekipmanın olmamasıdır. Sağlık emekçisinin sağlığının korunmamasıdır. Bu örnek bile yeterlidir. Ayrıca otuz dört arkadaşımız da maalesef covid-19 nedeniyle hayatını kaybetti.

Alınteri: Demokratik kitle örgütlerinin bu konuda desteği oluyor bildiğim kadarıyla, bu konuda neler söylemek istersiniz?

Gönül Erden: Kişisel koruyucu ekipmanın uygun sayıda, uygun nitelikte, uygun kalitede sağlanması bakanlığın sorumluluğundadır, devletin sorumluluğu altındadır.

Bugün pekçok yardımlaşma, dayanışma ilişkisiyle kişisel koruyucu ekipman desteği yapılıyor. Ama kişisel koruyucu ekipman tek tip değildir. Sağlık emekçisinin çalıştığı yere göre, yaptığı işe göre, baktığı hastaya göre değişir. Bazen sadece maske ve eldivendir kişisel koruyucu malzeme, bazen buna EN-95 ve siperliği eklemek gerekir, bazen tulumsuz çalışmamamız gerekiyor… yani yaptığımız işe göre değişiyor.

Kişisel koruyucu ekipmanların da kullanım süreleri vardır. Mesela cerrahi maskeyi 2 saatten uzun kullandığınızda kendisi risk oluşturur. EN-95 maskenin 8 saatte bir değişmesi gerekir. O yüzden çalışan sağlık emekçisine çalıştığı birime göre, çalıştığı süreye göre ekipman verilmesi lazım.

Demokratik kitle örgütleri, başta TMMOB, ATO yaptı, bizim SES şubelerimiz de bulundukları yerlerde yaptılar. Pekçok SES şubemiz, özellikle siperlik yapıp dağıttılar. Siperlik daha uzun kullanılabiliyor belki ama dediğim gibi çözüm sadece siperlik değil.

Yine bazı yardımlaşma kampanyalarıyla koruyucu ekipmanlar hastanelere gitti. Ama burada şu sıkıntımız çıkıyor ortaya, koruyucu ekipmanların uygun kalitede ve nitelikte olması, sözünü ettiğimiz standartlara uyması gerekiyor. Kullanılan malzemenin, kaç kat olduğu, sıvı geçirip geçirmediği, tozu geçirip geçirmediği gibi pekçok kriteri var. İSO belgesi, TSE belgeleri olması gerekiyor. Yani her önüne gelen maske dikip dağıtamaz. O maskenin bir kriteri vardır.

Özellikle yardımlaşma kampanyalarıyla gelen, nerede yapıldığı belli olmayan koruyucu ekipmanların koruyuculuğunun olmadığını biliyoruz. Bu durum şöyle de risk oluşturuyor. Sağlık emekçisi gelen koruyucu ekipmanın uygun kalitede olup olmadığını ayırt edemiyorsa, uygun şartlarda dağıtılmıyorsa onu kullanan korunduğunu zannediyor maalesef. Ama o maskenin koruyuculuğu yok ve risk artıyor.

Üstüne basa basa kalite ve nitelik dediğimizde buna dikkat çekmek istiyoruz. Çünkü her ekipmanın inceliği, kalınlığı, kaç kat olduğu gibi pekçok standardı var. Bu standartlara uyulmadığında da risk daha çok artmış oluyor. Düşünün ki maske takıyorsunuz ama taktığınız maske sizi korumuyor ve siz bunun farkında değilsiniz. O yüzden bu kişisel koruyucu ekipmanların bakanlık ve devlet tarafından sağlanması gerekiyor.

Bakın, yok diyemezler, pekçok ülkeye koruyucu ekipman ihracatı yaptılar. İhracat yapıyorsan elinde ekipman var demektir. Sen bu ekipmanı halka dağıtmıyorsun, sen bu ekipmanı sağlık emekçilerine dağıtmıyorsun ama ihracatını yapıyorsun. Bu şu demektir: “Ben hala bu işten para kazanma derdindeyim.” Yani sağlık emekçisini, halkını korumak yerine para kazanmanın derdinde. Bunu kabul etmemiz mümkün değil. 

Alınteri: Pandeminin başından beri iki şeye dikkat çekmiştiniz. Bunlardan birincisi; sağlık emekçilerinin sayıca azlığı, ikinci olarak da eğitim eksikliği. Bu iki konuda -olduysa tabii- ne gibi ilerlemeler kaydedildi? 

Gönül Erden: Sağlık Bakanlığı 2019 Faaliyet Raporu’nu yayınladı. Covid-19’dan önce yayınladı bunu, bu raporda sağlık hizmetlerinin eksik sayıda sağlık çalışanıyla yürütüldüğünü ifade etti. Sağlık Bakanlığı kendi raporunda söylüyor bunu. Biz yıllardır, “sağlık hizmetlerinde çalışan sayısı çok az, az kişiyle çok iş yaptırılıyor. O yüzden iş yoğunluğu çok fazla, çalışma koşulları çok kötü” diyoruz. Bakanlık kendi faaliyet raporunda itiraf ediyor bunu, “zayıflıklar, zaaflar bölümü”ne baktığınızda görüyorsunuz.

Bakanlık bunu raporunda söylüyor; pandemiyle mücadeleye geldiğimizde biliyorsunuz ki, çalışan sayısının arttırılması gerekiyor, mesailerin kısaltılması, molaların fazlalaştırılması, kronik hasta ve engelli arkadaşlara, 65 yaş üstüne ücretli idari izin verilmesi gerekiyor.

Sağlık Bakanı genelgesinde, kronik hastalara, 65 yaş üstü olanlara ‘sokağa çıkmasınlar’ diyor. Ama kendi çalışanına, “Hayır,” diyor “sen işe geleceksin!” Kronik hastaya da 65 yaş üstüne de işe gel diyor. Bir taraftan genelge yayınlıyor sokağa çıkma diyor bir taraftan bu kriterdeki sağlık çalışanına işe gel diyor. Bu kabul edilir bir şey değil.

Dünya ortalamasına, OECD ortalamasına baktığımızda Türkiye’de sağlık çalışan sayısı çok az. Hemşire sayısı bile Türkiye’deki ile OECD ortalamasını aldığımızda nerdeyse 4’te bir. Bu kadar az sağlık çalışanıyla iş yürütülmeye çalışılıyor. Bu mümkün değil, yürümüyor da nitekim ve risk artıyor.

Dolayısıyla 10 bin sağlık çalışanı covidli oldu. Dünyanın pekçok ülkesinde Amerika İtalya, Fransa dahil olmak üzere bunların sağlık çalışanı sayısı -özellikle İtalya ve Fransa’nın- Türkiye’den daha fazla. Ama onlar dışarıdan sağlıkçı çağrısı yaptılar, sağlıkçılara ‘gelin’ dediler. Türkiye’de yüz binlerce sağlık emekçisi dışarıda, ataması yapılmıyor, binlerce sağlık emekçisi hukuksuzca işten atılmış hala iade edilmiyor, binlercesi güvenlik soruşturması bahanesiyle bekletiliyor Anayasa Mahkemesi’nin kararına rağmen bekletiliyorlar.

Bütün bu arkadaşlarımızın belli bir planlama, belli bir çalışma düzeniyle hem de acilen düzenli ve kurallı bir şekilde atamasının yapılması gerekirken bunu yapmıyorlar. Bunun yapılmaması alandaki sağlık emekçilerinin ölüm riskinin artması demektir ve bunu yaşıyoruz. Bunu kabul etmediğimizi ifade ettik. Acilen bu atama planlamalarının çıkarılması gerekiyor. 

Sağlık emekçilerinin covid sürecinin başından beri dile getirdiği barınma sorunu hala çözülmüş değil. Sağlık emekçisi evine gidemiyor. Ama sağlık emekçilerine kalabilecekleri, dinlenebilecekleri mekanlar sağlanmadı. Birçok arkadaşımız çalıştıkları yerlerde kalmak zorunda kalıyorlar. Bu da riski arttıran şeylerden birisi. Bazı yerlerde misafirhaneler ayarlandı kamuya ait bazı tesislerde ama bu her yerde her sağlık çalışanı için yeterli sayıda olmadı ve koşulları uygun da değildi. Mesela bazı yerlerde yemek çıkmıyordu. Hastanelerde sağlık çalışanları hastalarla çok yüz yüze diye bazı oteller sağlık çalışanını kabul etmedi. Hatta bazı ev sahipleri sağlık çalışanlarını evlerinden çıkarmaya kalktı. Bu sorunlar bugün hala çözüme kavuşmuş değil. Pek çok arkadaşımız kendi imkanlarıyla çözmek zorunda kalıyor. Bazıları araçlarında sabahlıyor, bazıları servislerde uyuyor. Pek çoğu da zorunluluktan evine gidiyor.

Eğitim meselesine gelirsek, İşçi Sağlığı ve Güvenliği, 6331 yasa gereği eğitimlerin yapılması zaten zorunludur. 16 saat eğitim yapılması gerekiyor. Hizmet içi eğitimler, çalıştığı birime dair eğitim ama bunlar covid öncesinde de özenle yapılmıyordu. Eğitimlerin yüz yüze olması gerekirken online ortamda yapmaya kalkıyorlardı.

Pandemi her birimizin yeni karşılaştığı bir durum. Her gün bilimsel yeni yayınlar çıkıyor. Yeni bir algoritma çıkıyor, yeni bir yöntem çıkıyor. Buna ilişkin, daha Çin’de ortaya çıktığı andan itibaren bakanlığın genel bir strateji belirlemesi gerekiyordu. Bütün sağlık kurumlarında eğitim planları hazırlamalı ve sağlık emekçilerinin eğitimlerine dönük çalışmaları yapmalıydı. Yani kişisel koruyucu ekipmanın nasıl kullanılacağı, kendisini nasıl koruyacağı, temaslı hastaya nasıl, tanılı hastaya nasıl müdahale edeceği gibi pek çok konuda eğitim vermesi gerekiyordu.

Ama yine şunu söylüyorum, anketlere yansıyan sonuçlara göre eğitimler çok az yapılmış. Pek çok yerde eğitimler hiç yapılmamış. Arkadaşlarımız kendi bilgileriyle, kendi çabalarıyla bu sürece dahil oluyorlar. Okuyarak süreci öğrenmeye çalışıyorlar. Bunlar 6331 sayılı yasayla sabitlenmiş şeyler. Ama uygulanmıyor. Şunu belirtelim: Ezbere konuşmuyoruz. Türkiye’de 301 kamu hastanesinde yaptığımız anket sonuçlarına göre konuşuyoruz. 

Alınteri: Son günlerde de dile getirdiğiniz 3600 ek gösterge, ebe ve hemşirelerin durumuna ilişkin neler söyleyeceksiniz? 

Gönül Erden: Sağlık sistemine genel olarak baktığımızda sağlık alanının hiyerarşik bir yapılanma olduğu ortaya çıkıyor. Aslında 2002’den başlayarak neoliberal politikalar sonucu sağlıkta dönüşüm programı hayata geçti. Sağlıkta dönüşüm programı hekim merkezli bir program, hekim merkezli bir program olduğu için de hekim dışındaki bütün sağlık emekçilerini ‘yardımcı’ diye , ‘öteki’ diye tarifliyor. O yüzden ücretlendirme sistemi de, çalışma sistemi de bütünüyle hekim merkezli yapılıyor, ebe ve hemşire arkadaşlarımız da yardımcı sağlık çalışanı sıfatıyla tanımlanıyor.

Biz de ısrarla, sağlık işinin bir ekip işi olduğunu söylüyoruz. Temizlik işçisi arkadaşımızdan hekimine kadar, hemşiresinden röntgenine, veznede çalışan arkadaşımızdan laboratuvarda çalışan arkadaşımıza kadar… bir bütün olarak ekip işidir. Bu ekibin her bir üyesinin emeğinin değeri de farklıdır.

Bu ekibin bir parçası koptuğunda sağlık hizmeti yürümez, aksar. Düşünün bir temizlik işçisinin işi durdurduğunu, ya da bir laboratuvarda çalışan arkadaşımızın tahlilleri yapmadığını… sonuç olarak ekip işi bütünlüklü yürümek zorunda. Biz o yüzden sağlık işinin bir ekip işi olduğunu söylüyor, yardımcı ya da öteki tariflemesini kabul etmiyoruz. Ebe, hemşire, radyoloji, laboratuvar teknikeri, hekim… hepsi bir bütündür.

Sağlıkta dönüşüm programının hekim ağırlıklı olması aslında sağlığın ticarileştirilmesi, sağlık alanının metalaştırılması, sağlık emekçilerinin köleleştirilmesi ve hastanın da müşteri tariflemesiyle şekillendiği, aynı zamanda sağlık alanının hiyerarşik yapılanmasının sonucudur.

Buna karşı geçmişten bugüne mücadelemizi yürütmeye devam ediyoruz. Sağlık hizmetlerinin demokratikleşmesi gerektiğine, bunun sürece ve sağlık alanında yapılan çalışmalara da güç katacağına inanıyoruz. Sağlık alanında yaptığınız bir planlamaya, bir değişikliğe, bir çalışmaya sağlık emekçilerini dahil etmezseniz, onların görüşlerini, önerilerini, değerlendirmelerini almazsanız, onlarla tartışmazsanız, yine sağlık emekçilerinin temsilcisi olan sendikaları, odaları, birlikleri sürece dahil etmezseniz tekçi mantıkla sağlık hizmeti yürümez, tıkanır. Bunu pandemiyle bir kez daha gördük. O yüzden pandemi sürecinde de ısrarla diyoruz ki; 

1- Şeffaflık çok önemli, ne olduğunu, ne yaşadığımızı, neyle yüz yüze olduğumuzu bilmemiz gerekiyor,

2- Ortak çalışma, işbirliği çok önemli. O yüzden bakana, “Birlikte çalışalım; sendikaları, odaları, hastanede çalışan sağlık emekçilerini sürece dahil edin. Sürecin dışında tutmayın” diyoruz. Ama işbirliğine, birlikte çalışmaya tamamen kapalılar.

Çok enteresandır Mart ayındaki ankette 301 hastanede ortaklaşa çalışma konusunda yüzde 39 gibi bir rakam çıkıyor. Bu yüzde 39, ortaklaşa çalışmaya hayır diyen yöneticiler!.. Son yaptığımız ankette çalışamıyoruz diyenlerin oranı yüzde 59 oluyor. Yani gittikçe işbirliğine de kapanıyorlar. Ortak çalışmaya, işbirliğine bu kadar uzak bir anlayış tekçi mantığın anlayışıdır. Tekçi anlayış ve mantıkla süreci yürütmeleri, pandemiyle mücadele etmeleri mümkün değil.

Bu nedenle sağlık hizmetlerinin demokratikleşmesi, sağlık bilgisinin toplumsallaşması, bu sürece toplumun da dahil edilmesi özellikle pandemi sürecinde çok önemli. Pandemiyle mücadele sadece hastanelerde olmaz. Sadece tıbbi bir yaklaşımla olmaz. Hastane endeksli, hastane mantığıyla pandemi sürecine çözüm üretmeye kalkarsanız altında kalırsınız.

80 milyonluk Türkiye’nin kaç tane yatağı olabilir ki siz hastane merkezli çözebilesiniz! Bu nedenle hastane merkezli yaklaşım yanlıştır. O yüzden bu süreci toplumu, demokratik kitle örgütlerini, sendikaları, halkı dahil edeceksiniz ki pandemiyle mücadelede, pandemiye karşı korunma tedbirlerinde, evleri, sokakları, mahalleleri, insanları da dahil edeceksiniz ki pandemiyle mücadele edebilesiniz.

Yoksa ne mücadele edebilirsiniz, ne de başa çıkabilirsiniz. Bu süreci sadece talimatlarla yürütemezsiniz. “Evde kal,” demekle olmuyor, neden evde kalması gerektiğini bilmesi gerekir, nasıl kalacağını bilmesi gerekir. Aynı zamanda evde kalmanın da koşullarını devlet yaratacak ekonomik desteğiyle… Üretimi durdurmuyorsunuz, fabrikalar çalışıyor ama “evde kal” diyorsunuz nasıl olacak bu?!.

Alınteri: Sağlık Emekçilerinin son zamanlarda dile getirdikleri kreş sorunu konusunu da biraz açar mısınız?

Gönül Erden: Kreş sadece sağlık emekçilerinin değil yıllardır bütün kamu emekçilerinin genel bir talebi. Kamu kurumlarında açık olan kreşler kapatıldı. Çok az sayıda kreş kaldı. Bu kreşlerin bir kısmını da ihalelerle taşeron şirketlere veriyorlar. Çok azı hastane ya da kamu kurum eliyle yürütülüyor. 

Biz hep şunu vurguladık. Birincisi kreş sadece bir kadın sorunu değildir. Ebeveyn sorunudur. Çalıştığınız kurumda kadın sayısına bakılmaksızın çalışan sayısına göre kreş olması gerekiyor. Bu kreşlerin 7/24 çalışan sağlık emekçileri açısından 7/24 saat açık olması gerekiyor. Ücretsiz olması gerekiyor. Nitelikli olması gerekiyor. Mutlaka ama mutlaka anadilde bakım ve hizmet verecek kreşler talep ediyoruz. Bunun da devlet yükümlülüğü ve sorumluluğunda olması gerekiyor. Kamu kurumlarında bu kreşlerin açılması gerektiğini ifade ediyoruz. Bunun mücadelesini de yürütüyoruz. Yürütmeye devam edeceğiz. 

Alınteri: Biliyorsunuz devlet bu süreçte bir dizi tedbir aldı. “Evde kal,” dedi, sokağa çıkma yasakları uyguladı, halen uygulanıyor. Ama sokağa çıkma yasakları uygulanırken patronlar özel izinler alarak işçileri, emekçileri çalıştırmaya devam etti. Alınan bu tedbirler gerçekten pandemiyi önlemek için mi alınıyor. Bu konuda neler söyleyeceksiniz?

Gönül Erden: Traji-komik bir durum aslına bakarsanız. Şöyle ki, virüsün hafta içi bulaş özelliği yok da hafta sonu mu var? Bu virüs hafta içi yatıyor uyuyor da hafta sonu mu uyanıyor? Böyle bir akıl olamaz. Bu bizim aklımızla oynamaktır. Çünkü sermayeyi destekliyor. Üretimi durdurmuyor, ekonomik ve politik kaygılarla hareket ediyor.

Öncelikle şunu ifade edeyim. Biz sendika olarak sokağa çıkma yasağını, OHAL’li asla kabul etmiyoruz. Burada sokağa çıkma yasağıyla, OHAL ilanıyla virüs ile mücadele yönteminin doğru olmadığını ifade edelim. Ama hafta içi serbest, ‘hafta sonu yasak’ bütünüyle ekonomik politikalarla yapılmış, sermayeyi destekleyen, üretimin devam etmesini isteyen bir mantıkla yapılıyor. Kendi ekonomik kaygılarıdır yoksa halkın ve toplumun sağlığını önceleyen bir hareket değil.

Normalleşme paketinde de bunu çok net görüyoruz. Sokağa çıkma yasağı diyoruz. Dünyadaki örneklere bakalım. Avrupa’da, Amerika’da ya da dünyanın hemen hemen her ülkesinde pandemi var. Bu salgınla mücadelede başarılı olan ülkelere bakalım. Almanya, Güney Kore, Yeni Zelanda gibi daha pekçok ülke sayabiliriz. İyi örnek yaratan ülkeler sokağa çıkma yasakları ilan etti mi, etmedi. Bir de kötü örneklere bakalım. İtalya, Fransa sokağa çıkma yasağı ilan etti. Ama çözüm mü? Değil. O yüzden covid-19 ile mücadele sokağa çıkma yasağıyla olmaz. Siz ilk olarak buradan giremezsiniz. Covid-19 ile mücadele etmek istiyorsanız;

1- Bu süreci şeffaf yürütmeniz gerekiyor.

2- Covid-19 ile mücadele için yaygın test yapmanız gerekiyor. İlk başlarda sadece üç merkezde test yapılıyordu. Sonra arttı bu sayılar. Siz covid-19 testini yapmazsanız salgınla mücadele edemezsiniz. Temaslıyı, hastayı tespit edemezseniz salgınla mücadele edemezsiniz. Ama maalesef ki Türkiye’de bugün bile yapılan test sayıları nüfus oranlamasına göre, dünya ortalamasına göre, Avrupa ortalamasına göre çok az. O yüzden yaygın test yapılmadıkça hastayı tespit edemiyorsunuz. Tespit edemediğiniz için izole edemiyorsunuz. İzole edemediğiniz için de mücadele edemiyorsunuz. Bunu yapamadılar. Testin 30-40 binlere çıkması çok geç oldu. 2000 ile 3000 ile başladık biz testlere…

3- Siz tedbir ilan ediyorsunuz ama denetlemiyorsunuz. “Hijyen çok önemli, elini yıka” diyorsun, “sabun” diyorsun. O zaman şunu yapın, “Su-elektrik faturalarını salgın boyunca ben ücretsiz hale getirdim” deyin, başta dar gelirliler olmak üzere bütün hanelere ücretsiz sabun dağıtın.

4- İyi beslenme çok önemli. Peki 2 bin lira alanlar nasıl iyi beslensin? Dar gelirlilerden başlamak üzere bütün hanelere gıda takviyesi yapın ama yapmıyorsunuz.

5- Yoksulluk sınırını TÜİK 7.500 lira tarifliyor. Asgari ücret 2000 küsur lira, yükselt o zaman, yapmıyorsunuz.

6- Fiziksel mesafe -onlar sosyal mesafe diyor ama biz ısrarla fiziksel mesafe diyoruz. “Fiziksel mesafe önemli” diyorsunuz. Fabrikaları kapatmıyorsun, fabrikalarda işçiler yan yana, ölümle, hastalıkla yüz yüze çalışıyor. Siz fabrikaları kapatmazsanız, o insanlar her gün işe gidip gelmek zorunda kalıp toplu taşıma araçlarında yolculuk yaparlarsa nasıl mücadele edeceksiniz salgınla? O yüzden diyoruz ki, zorunlu hizmet üretimi dışında kalan bütün üretimi durdurun, işçileri ve emekçileri ücretli izne ayırın! Bunu yapmıyorsunuz ve salgınla mücadele ettiğinizi söylüyorsunuz.

Alınteri: Testler yapılırken hangi alanlara öncelik verilmesi gerekiyordu?  Üretim alanlarında yapıldı mı testler?

Gönül Erden: 1. Sağlık alanında yapılmadı. Biz belli periyotlarla yani beş günde bir sağlık emekçilerine test yapılmalı diyoruz. Maalesef çok az sayıda yapıldı. Yapılan test sayısı ortada. Öncelikle sağlık emekçilerine yapılması gerekiyordu.

  1. Bu testin algoritmaları var. Başlangıçtaki algoritmalar farklıydı. Neydi bunlar? Yurtdışından gelme öyküsü varsa, Umre’den gelme öyküsü varsa, hastalık belirtileri öyküsü varsa, temas öyküsü varsa… bunlardan başlanarak yapılması gerekiyordu. Ama dediğim gibi bu çok geç yapılmaya başlandı. Zaten hastalık Umre’den gelenlerle birlikte yayıldı. Hala bize gelen bilgilerde filyasyon yapılıyor ama diyelim ki, sizin ailede bir covid-19 tanısı olan bir kişi var. Siz de onunla temastasınız. Size de test yapılması gerekirken şikayetleriniz varsa! test yapılıyor. Şikayetiniz yoksa yapmıyor ve diyor ki “Kendini 14 gün kendini karantinaya al”. O yüzden Türkiye’de yapılan test sayısı çok düşük. 

Alınteri: Resmi olarak açıklanan vaka, ölüm sayıları gerçekleri yansıtıyor mu?

Gönül Erden: Yansıtmadığını herkes ifade ediyor. Sağlık Bakanlığı da Bilim Kurulu üyeleri de ifade ediyor. Gerçekleri yansıtmadığını halk sağlığı uzmanları da ifade ediyor. Biz de ifade ediyoruz, TTBde ifade ediyor.

Bu sonuçlar 12 Mayıs itibariyle verilen rakamlar; 141 bin 475 vaka sayısı, ölüm sayısı 3 bin 894 deniliyor. Birincisi, 141 bin 475 rakamı PCR denilen test sonucunda pozitif olanlar. Bilim Kurulu bile şunu ifade ediyor: “Bu teste rağmen tomografisi bulgu veren, klinik öyküsü covid-19 bulgusu veren bu sayıdan daha fazla hasta var”. O nedenle bu rakamların gerçek olmadığını, gerçek rakamların çok daha fazla olduğunu herkes biliyor. Ölüm oranı açısından da PCR’ı pozitif çıkıp ölen vatandaşların sayılarıdır. Bunların içinde PCR’ı negatif çıktığı halde covid-19 tedavisi görüp ölenlerin sayıları yok. Akciğer tomografisinde covid-19 bulgusu veriyor. Tedaviye başlamıyor, hastanede hayatını kaybediyor ama bu sonuca dahil edilmiyor.

Alınteri: Ölüm raporuna normal bulaşıcı hastalık yazılanlar da var…

Gönül Erden: PCR’ı pozitif çıkıp hayatını kaybedenler covid-19 diye geçiyor. PCR testi negatif çıktığı halde ölenlerinki bulaşıcı hastalık diye geçiyor. 

Alınteri: Hocam biliyorsunuz AVM’lerle normalleşme süreci başlatıldı. Normalleşme adımları konusunda neler söylersiniz?

Gönül Erden: 11 Mayıs’ta başlatılan normalleşme adımlarının Sağlık Bakanlığı ve kurulların hangi verilere dayanarak attığını bilmiyoruz. Veriler bizimle paylaşılmıyor. Açıklanan verilere baktığınızda vaka sayılarında bir düşüş görülüyor. Ama ortalama her gün bin 500 ile 2 bin arasında vaka, 50-60-70 vatandaş ölümü istatistiklerle paylaşılıyor. Bu gösteriyor ki, Türkiye’de covid-19 salgın riski hala devam etmektedir. Hala virüs yayılıyor. Buna rağmen erken bir normalleşmeye neden gidildiğini, hangi verilerle gidildiğini bizimle paylaşılmadığı için bilmiyoruz. Yine başlangıçta açıklamışlardı. Bir kişi kaç kişiye bulaştırma riski taşıyor Bakan açıklamıştı. Yani bir bulaş sayısı var. Bu bulaş sayısı birin altına düşmesi gerekiyor ki salgının kontrol altında olduğunu ifade edelim. Bu verilerden de gördüğümüz kadarıyla bulaş sayısı birin altında değil. 

İkincisi, kısıtlılığı turizm kentlerinde kaldırdı. Neden? Antalya, Muğla, Aydın, Mersin… Bunun tamamen turizm kaygısıyla yapıldığını düşünüyoruz. 

Üçüncüsü, neden parkları açmıyor da AVM’leri açıyor. AVM’ler kapalı mekan ve havalandırma nedeniyle bulaş açısından en riskli alanlar. AVM’leri açmasının kaygısı tamamen ekonomik. Sermayeyi desteklemek için açıyor. AVM yerine parklar açılsın neden açılmıyor?

Bütün bunlara baktığımızda bu normalleşme adımlarının ekonomik kaygılarla atıldığını düşünüyoruz. Ekonomik kaygılarla yapılan normalleşme adımlarını da tehlikeli buluyoruz. Bu söylemin kendisi bile rehavet yaratabilir. Sizler de biliyorsunuz sokakta insanlar çok kalabalık, adeta yan yana… Bu rehavet salgının hızını arttırabilir. Bu kaygılarımızı ifade ettik. Bir kez daha söylüyoruz. Ekonomik kaygılarla yapılan normalleşme adımları bizim için tehlikelidir.