Özyönetim Ve Sağlık Tartışmaları Üzerine- Sadık Çayan *
Günümüzde birey ve toplumun çarpıtılmış bir sağlık algısına sahip olması daha da görünür ve de içinden çıkılmaz bir hale gelmiştir. Çarpıtılmış sağlık algısı çeşitli boyutları ile karşımıza çıkmaktadır: Kâh metalaşmış, kâh parçalanmış, kâh kültürden ve tarihsel birikimden koparılmış, kâh bireyselleştirilmiş, kâh yaşam döngülerini görmezden gelen, kâh cinsiyetçi ve kâh insan merkezli bir sağlık algısı şeklinde kendini göstermektedir. Bu tezahürler karşımıza saf olarak değil birbirine karışmış şekilde çıkmaktadır.
Çarpıtılma sadece sağlık algısında değil sağlık hizmet üretiminde de karşımıza çıkmaktadır. Güncel olarak değerlendirildiğinde sağlık hizmeti tıbbi bakıma daraltılmış ve metalaştırılmış bir hale getirilmiştir. Toplum gereksinimlerini göz ardı eden, sermaye güdümlü bir sağlık hizmetine indirgenmiştir. Sağlık hizmeti aşırı teknolojikleştirilmiş ve uzmanlaşma hat safhaya çıkarılmıştır. Tamamen rekabete dayalı, maliyet-etkinlik, kalite, müşteri odaklı ve verimlilik gibi kapitalist üretim ilişkilerine dayandırılan, aşırı kar eksenli kılınmış, şirketleştirilmiş sağlık kurumları ile yaşam bulmaktadır. Daha ayrıntılı incelendiğinde iktidarcı zihniyeti, hegemonik siyasi işlevselliği, cinsiyetçiliği, sağlığa bağımlı kılma çabası, hekim odaklı, toplumun ve sağlık emekçilerinin katılımına izin vermeyen antidemokratik ve ayrımcılığı da açığa vermektedir.
Çarpıtılma ve çarpıklıklar sağlık adına yürütülen tartışmaları da doğrudan etkilemektedir. Öncelikle birey ve toplumun sağlık algısı çarpıtıldı, zihinsel sapmaya uğratıldı ve sağlıklı yaşamdan kopartıldı. O yüzden eş zamanlı olarak birey ve toplumun bütünlüklü, doğa ve kültürle uyumlu sağlık düşüncesini görünür hale getirilmesine yönelik çalışmalar yürütülmesine gereksinim vardır. Bu tartışmaların sağlık emekçileri ve halkla birlikte yürütülmesi gerekir. Bağımlı kılınan, edilgen bırakılan öznelerin sağlığa ve sağlık hizmetlerine olan yabancılaşmalarını aşan, daha geniş perspektifli bir değerlendirmeyi de olanaklı kılacaktır.
Bilindiği üzere modern tıp, endüstriyalizmin kamçılamasıyla çok “gelişmiştir”. Bu alana ciddi yatırımlar yapılmıştır. Yürütülen sağlık politikaları ve sağlık uygulamaları ile metalaştırılmış sağlık algısı yaygınlaştırılmıştır. Sağlık, alınıp satılan bir meta olarak, alım-sunum ilişkisi üzerinden içselleştirilmiştir. Sağlık tüketiminin artması için de basın-yayın, medya, reklam gibi iletişim araçları yoğun olarak kullanılmaktadır. Sağlık politikaları bu kışkırtılmış sağlık talebinin artması yönünde belirlenmektedir. Tüketime dayalı bir sağlık işletmeciliği geliştirilmektedir. Yaratılan bu koşullarda mevcut sağlık işletmeciliğin “tek doğru olduğu” topluma kabul ettirilmeye çalışılmaktadır. Bu konuda önemli bir mesafe de alınmıştır. Ancak toplumsal ve kültürel hafızada geleneksel sağlık düşüncesinin (otonom-kendi kendine yetebilme) etkisi gittikçe azalmakla birlikte varlığını sürdürmektedir. Toplumsal hafıza endüstriyel modern tıp alanındaki gelişmelere kuşkuyla bakmaya devam etmektedir. Toplumun hatırı sayılır bir kesimi, geleneksel sağaltım alışkanlıklarını tercih etmektedir. Bu durum kapitalizmin kar hırsı ile bu alana da el atmasını getirmiştir. Başlarda gerçekten bir “alternatif” olarak gelişen bu sağaltım uygulamaları, son yıllarda “alternatif tıp” adı altında sistem içine dahil edilerek, tüketim pazarının bir parçası haline getirilmeye çalışılmaktadır. Bugünkü haliyle “alternatif tıp” modern tıbbın ikinci halkası işlevini görmektedir.
Sağlıklı olmak demek, kapitalizmin doğa ve toplum karşıtı ideolojik saldırılarına karşı nasıl yaşamalı, ne yapmalı, nereden başlamalı sorularına doğru cevabı bulmak demektir. Kapitalist modernite yarattığı algı ile yaşam tarzlarını homojenleştirmiş, yani tek tipleştirmiştir. Dilde, beslenmede, tüketimde, üretimde, toplumsal ilişkilerde, kentleşmede vb. her alanda tek tipleştirmeyi dayatmaktadır. Bu durum toplumları kitlesel olarak sağlıksız kılmıştır/kılmaktadır. Sağlıksızlaştırarak sistemine bağımlı hale getirmektedir. Bu gün yüz binlerce sağlık kuruluşu, milyonlarca sağlık profesyoneli bulunuyor, milyarlarca dolar para harcanmaktadır. Ancak her geçen gün hasta sayısı artmaktadır. Bir kişinin-toplumun kendi kendine iyileşebilme, yetebilme yeteneği-deneyimi ve bilgisi görmezden gelinerek, sadece dışarıdan sistematik müdahalelerle iyileşme sağlanabileceği algısı dayatılmaktadır. Oysaki bu kapitalist modernist yaşam anlayışı ve politikaları hastalıkların temel kaynağıdır.
Tüm bu tartışmaların yanında; sağlık tartışması, sadece insan merkezli bir anlayışın parçası olarak yürütülemez. İktidarcı, devletçi yapıların toplumu var eden komünal bağı inkâr etmesi ve yerine devlet vatandaşlığını ikame etmeye çalışması,bireyi çevresinden; toplumu doğal ortamından koparması sonucu her şeyi devlete muhtaç hale getirmiştir. Toplumun doğayla yaşam arasındaki bağın yıkımına, önemsiz kılınmasına sebep olmuştur. Kapitalist uygarlığın dayandığı bu zemin üzerindeki her yükseliş, daha fazla doğadan kopma, çevreyi tahrip ve yaşanılamaz hale getirme sonucuna götürmektedir.
Sağlık alanı, bilimin en fazla iktidarlaştığı ve tekelleştiği bir alandır. Kapitalizm ve onun egemen sınıfı bu alanda, tüm sorunların çözümünün teknikle mümkün olacağına toplumu ikna etmeye çalışmaktadır. Ancak bu ikna çabasının temelsiz olduğu görülmektedir: Sağlık sorunları azalma yerine sürekli artmaktadır. Bu şekilde adeta kanserleşmiş toplumlara dönüşülmektedir.
Günümüzde toplumsal kriz ile ekolojik boyutta yaşanan kriz birleşmiştir. Gezegenimizin ne kadar kent, insan, fabrika, ulaşım aracı, sentetik madde, kirli hava ve su kaldıracağı hesaplanmadan, gözü kara azami kârın peşine düşülmüştür. Kanser gibi büyüyen kentler, kirlenen hava, delinen ozon tabakası, hayvan ve bitki türlerinde azalışın ivmesinin gittikçe artması, ormanların tahribi, akarsuların kirliliği, zehirli atıklar, çöp, içme suyunun azlığı, anormal nüfus artışı geri dönüşü mümkün olmayan felaketlere neden olmaktadır. Kapitalist toplum sisteminin yaşadığı kaosla çevre felaketi arasındaki ilişki diyalektiktir. Azami kâra dayalı ve ekoloji karşıtı endüstriyalizm başta olmak üzere kâr ve sermaye sisteminin sonucunda sadece toplumun her yönden çözülüşü (ahlaki ve politik değerlerde çürüme, işsizlik, enflasyon, kadın bedeninin metalaştırılması vb.) değil, ekosistem içinde var olan tüm canlılar tehlike altına girmiştir. Tekelciliğin toplum karşıtlığı bu gerçeklerle daha çarpıcı olarak kendini göstermektedir.
Ekolojik bir toplum ahlaki dönüşüm de gerektirir. Kapitalizmin ahlakı buna olanak tanımaz. Çünkü onun zihniyetine kâr sinmiş ve onun ötesinde başka bir şey düşünmez, düşünemez. Dolayısıyla kapitalizmden sorunların çözümü beklentisinde olmak gerçekçi olmaz, zira sorunların kaynağında kapitalizmin kendisi vardır. Yalnız başına çevreci hareketlerle de çözümleyici olunamayacağı açıktır. Sorunu ancak paradigmasal düzeyde ele alınıp pratik inşasına gidilebilinirse çözüme ulaşılır,aksı halde sağlıklı yaşam mümkün değildir.
Kürdistan üzerinde yürütülen askeri, siyasi ve ekonomik yıkım Kürdistan coğrafyasına ve toplumsal yapısına çok ciddi zararlar vermiştir. Birçok köy, orman yakılmış, yerleşim yerleri (köyler, kentler) tahrip edilip yok edilmiş, tarihi-kültürel varlıklar, imar planları, baraj projeleriyle verimli araziler sular altında bırakılmış ve günümüzde yıkım artarak devam ettirilmektedir. Öte yandan zehirli atıklar Kürdistan’da depolanmaktadır. Bu uygulamalar Kürdistan’tanda bitki örtüsünü ve iklimini de değişime uğratmakta, ekolojik dengeyi bozmaktadır. Kürdistan her yönüyle ve bir bütün olarak çok yönlü bir saldırı altındadır.
Son yıllarda Kürdistan’da özerklik ve özyönetim tartışmaları farklı başlıklar üzerinde yoğunlaşırken, sağlık da bu başlıklarda önemli bir yer tutmuştur. 2010 yılında yapılan DTK (Demokratik Toplum Kongresi) Sağlık Kurultayı’nda sağlık, “kişi/toplum bedeni, ruhu, sosyal ve siyasal iyilik hali” olarak tanımlamıştır. Şimdiye kadar Kürt Özgürlük Mücadelesi sağlık alanını tek bir başlık olarak ele alıp tartışmamış olabilir, ancak sağlıklı olmanın önemli bileşenlerinden olan özgür kimlik/toplum/birey/cins konusunda sisteme alternatifi birçok hareketten çok daha fazla gelişmeye yol açmıştır. En önemlisi de; toplumu, bireyi ve doğayı sömüren devletli uygarlığa şiddetli itiraz etmiştir. Sağlıksızlığın kaynağı olan egemenlikçi yaşam tarzının son temsilcisi olan kapitalist modernist yaşamı çözümlemiş, eleştirel temelde yeni yaşamın nasıl olması gerektiğini ortaya koymuş ve alternatif olarak demokratik modernite yaşamı sunmuş olmasıdır. Bu nedenledir ki, demokratik modernite yaşamının inşası aynı zamanda sağlıklı toplum inşasıdır da. Sağlıklı birey sağlıklı doğa demektir. Tersi de doğrudur.
Sağlıklı toplum-birey hakikatine ulaşmak için sağlıkta bağımlılığa karşı koymak, kapitalist sistem kuralları içinde yarışmaktan değil; yani daha çok ve daha büyük hastane, daha fazla ilaç/teknoloji ve daha çok “bizim doktorumuz” olsun anlayışı yerine, kapitalist modernist yaşamını reddetme temelinde demokratik modernite yaşamını inşa etmekten geçer. İlk adım zihniyette bunu aşmaktır. Saptırılmış sağlık zihniyetine karşı mücadeleyi yükseltmek zihniyet çalışmasına bağlı olarak aşağıdan yukarıya doğru konfederal bir inşayı gerçekleştirmektir. Bunun da esası demokratik siyasetin (demokratik konfederalizm) üç sacayağı olan toplumun demokratikleştirilmesi, yöntemin demokratikleştirilmesi ve kadın özgürlüğünün gerçekleştirilmesi sağlığa toplumsal bir perspektif kazandıracaktır:
Toplumun demokratikleştirilmesi: Bedenine yabancılaşmamış ve bağımlılık ilişkilerinden arındırılmış sağlıklı olmanın toplumsal ilişkilerin doğru kurulması ile sağlanacaktır. Toplum yaşamının özerkliğinin temel belirleyenlerinden birinin insan bedeninin özerkliği olduğunu bilmek demokratik toplum açısından önemli veridir.
Yöntemin demokratikleştirilmesi: Nesne-özne ayrımının derinleşmesine karşı çıkılmalı, başta doğayı nesneleştiren “her şey insan için” anlayışı reddedilmelidir. Bununla birlikte insan bedeninin nesneleştirilmesine karşı çıkarak “hasta” merkezli modernist tıp anlayışı yerine “doğal sağlık” anlayışı geliştirilmelidir. Doğayı nesneleştiren, toplumu sağlık tüketim sarhoşluğuna sürükleyen endüstriyel tıp ile mücadele edilmelidir.
Kadın özgürlüğünün geliştirilmesi: Sağlığın tarihi aynı zamanda kadının tarihi olmaktadır. Ana eksenli dönemde sağlıklı olmanın en temel bileşeni, kadının geliştirdiği toplumsallık, aynı zamanda kadının doğa ile uyumlu deva arayışıdır. Kapitalist hegemonik döneme kadar güçlü bir şekilde kadın, bu alandaki bilgi birikimi ve karşılıksız sunduğu sağlık hizmeti ile toplumda özerk yaşam alanları, komünler, tarikatlar ve örgütlülükler yaratmıştır. Kapitalizmin inşa tarihi aynı zamanda kadının bu birikiminin “cadı avları” yoluyla gasp edilmesi, modern tıp anlayışının gelişmesi ve sağlık bilgisinin erilleşmesinin tarihidir de.
Sağlık alanındaki bu çarpıtmaya ve talana karşı koymak “Kadın Sağlık Hareketi”nin gelişmesiyle mümkün olacaktır. Kadın Sağlık Hareketi aynı zamanda halen devletli toplumla bağı zayıf olan kadınla buluşmayı sağlayacaktır. Bu kuytularda özgürlük tutkusunu geliştirerek yeni toplumsal inşa süreci sağlanabilir. Devlet dışı toplum formunun oluşması bu yaklaşımla gelişebilecektir.
Mevcut sağlık anlaşıyla “helal”leşmeyi aşmak demek, tarihsel birikimi yaşatan kadının bilgisinin gün yüzüne çıkarılması demektir. Böylelikle sağlıkta anadil sorununa da çözüm üretilebilir. Şu anda egemen anlayış olan mevcut tıp terimlerini Kürtçeleştirmek yerine, bu topraklarda var olan birikimi, diliyle birlikte kazanmak ve sağlıkta dil sorununu bu kök üzerinden çözmek gerekir.
Görüldüğü üzere sağlığın; bağımlılık ilişkilerinin kırılması ve özgür toplumun inşası sürecinde önemli bir yeri vardır. Kürt toplumunun yoksullaştırılmasından kaynaklı da daha büyük bir öneme sahiptir. Sosyal politikanın bileşenlerinden biri olan sağlık alanı; sınıfsal karakterinden dolayı bu gün demokratik Kürt siyasetinde oluşan kimlik sorunlarına bağlı üst siyaset dilinde, ortak taleplere bağlı dengeli durumu zorlamaktadır. Bu durum özerklik tartışmalarında da yaşanmıştır. Birçok farklı boyutu olan özerkliğin sadece siyasal boyutu ön planda tutulmuştur. Bu da kısır tartışmalar döngüsünde bir tekrara dönüşmüştür. Ancak Kürt toplumunun dinamik durumu sosyal politikaların, daha doğrusu özerkliğin diğer boyutlarının tartışılmasını zorlamıştır. Toplumsal özgürlük için sağlık tartışmaları ve buna ilişkin pratik çalışmalar önemini korumaktadır.
Özyönetim ve sağlık çalışmalarını dört düzlemde açabiliriz:
Birinci düzlem; bireyin ve toplumun sağlıkla ilgili yapabileceklerinin geliştirilmesi ve sağlıklılık konusunda kendi kendine yeterli hale gelmesi olarak ele alınabilir. Bu durumu “sağlığın toplumsallaşması, sağlık bilgisinin toplumsallaşması” diye de tanımlayabiliriz. Güncel olarak ilk yardım bilgisinin toplumsallaşması, sokak sağlıkçılığı, sağlık amatörleri bu kapsamda değerlendirilmekle birlikte yalnızca bu kapsam ile sınırlı kalmamak gerekir. Ateşli çocuğa yaklaşım, ishalli çocuğa yaklaşım, şeker hastalarının kendi kendinin doktoru olması vb. bu çerçevede geliştirilebilir. Bu düzlemin olmazsa olmazı ise sağlıklı olma halinin korunması ve geliştirilmesine yönelik bireyin günlük faaliyetleri konusunda yapılacaklardır.
İkinci düzlem; toplumun sağlık kurumlarının yürüttükleri hizmetlerde söz sahibi olmasıdır. Birinci basamak sağlık hizmetleri (yani aile sağlığı birimleri, aile sağlığı merkezleri, toplum sağlığı merkezleri) ve hastanelerin yürüttükleri hizmetlerde toplumun söz sahibi olmasıdır. Yürütülen hizmetlerin planlanması, değerlendirilmesi, izlenmesi ve denetlenmesi süreçlerine toplumun katılımın sağlanmasıdır. Halk meclisleri ve sağlık meclisleri bu noktada büyük önem kazanır.
Üçüncü düzlem; sağlık hizmetlerinde özyönetimdir. Bu durum işçi denetimi başlığında da ele alınabilir. Sağlık emekçilerinin sağlık hizmet üretiminde söz sahibi olması şeklinde tanımlanabilir. Sağlık emekçisinin emeğine, mesleğine ve halka yabancılaşmadan hizmet üretimi sağlaması yaklaşımından köken alır. Böylelikle işveren (devlet veya sermaye), tıp endüstrisi, medya ve akademik kapitalizm gibi iktidar odaklarının dayattığı sağlık hizmet üretimi modelinden arınma süreci başlayacaktır. İkinci ve üçüncü düzlem ile birlikte ele alınarak sağlık hizmetlerinin demokratikleştirilmesi çalışmaları olarak tanımlanabilir. Sağlık hizmetlerinde iktidar odaklarının geriletilip toplumun öne çıkması ve toplum ihtiyaçlarının belirleyici hale gelmesine yönelik çalışmalar bu kapsam da değerlendirilebilir.
Dördüncü düzlem; sağlık hizmetlerinin tümünde yerel yönetimlerin söz sahibi olmasıdır. Bu durum sağlık hizmetlerinin belediyeye devri diye anlaşılmamalıdır. Özerk yerel yönetimlerin, örgütlü toplum kesimleri ile birlikte kendi bölgelerinde yürütülen sağlık hizmetlerinde söz sahibi olması olarak anlaşılmalıdır. Sağlıkla ilgili bütçe ve sağlık emekçisi tahsisinde merkezi yönetim pozitif ayrımcılık uygularken demokratik özerklik anlayışının yaşama geçirilmesidir. Bu düzlem tabandan gelen demokratik katılım süreci ile sağlığın toplumsallaşması ve sağlık hizmetlerinin demokratikleştirilmesi çalışmalarının bütüncül entegrasyonu anlamını da taşır. Bu kapsamda sağlıklı olma hali için sağlık hizmeti dışındaki olmazsa olmaz hizmetler/çalışmalarda da ele alınmalıdır. (Sağlıklı yaşam ortamı, çevre, çalışma ortamı, demokratik ortam, şiddetten arınmış ortam, eril olmayan zihniyetin yaşama geçirilmesi vb.)
Bu dört düzlemin birlikte değerlendirilmesi gerekir. Ayrı ayrı olarak ele alınması sağlıkta özyönetim sürecinde yapılacakları, kurulacak mekanizmaları ve katkı sağlayacak toplum kesimlerini görünür kılmak amaçlıdır. Sağlık emekçileri işyeri sağlıkçılar meclisleri, sendika ve meslek örgütleri ile üçüncü düzlemde öne çıkartılan sağlık hizmetlerinde demokratikleştirme çalışmaları başlatılabilir. Tüm düzlemler halk meclisleri, HDK ve DTK sağlık meclisleri, sağlık komünleri ve örgütlü sağlık emekçileri ile birlikte yaşama geçirebilir.
Sağlık ve özyönetim inşasında yaşanan çatışmalı süreçte güncel sağlık sorunları ve sağlık hizmetleri gereksinimlerinin karşılanması görevi kaçınılmaz olarak önümüzde durmaktadır. Devrimsel nitelikteki değişimler karşısında yaşadığımız tembel zihniyet ve yaklaşım tarzımızı aşmamız için bizatihi devrimin güncel gereklilikleri bizleri zorlamaktadır.
Suruç katliamı sonrasında başlayan çatışmalı süreçte AKP hükümeti bölgede devleti gittikçe hizmet alanlarından (başta eğitim ve sağlık olmak üzere) çekerek sadece kolluk kuvvetleri ve zor aygıtlarıyla devleti var etmektedir. Hizmet alanlarını ve sosyal alanları devletin bağımlılığı üzerinden var etmeye çalışmaktadır. Sokağa çıkma yasakları ve kentlerin, yerleşim yerlerinin yıkılması sürecinde gördüğümüz en önemli sorunlardan biri devlet hastanelerinin ve 1. basamak sağlık kuruluşlarının işlemez hale getirilmesidir. Şimdiye kadar olan sokağa çıkma yasaklarında başta Cizre olmak üzere Şırnak, Silopi, Silvan, Nusaybin, Beytüşşebap, Lice, İdil gibi özyönetim tartışmalarının olduğu bütün yerlerde hem sağlık kuruluşları hem de sağlık emekçileri hedef alınmıştır. Sağlık emekçileri Aziz Yural, Eyüp Ergen ve Şehmuz Dursun hedef gözetilerek, toplumsal sağlık hizmetini ürettikleri için öldürülmüşlerdir. (Yaşanan sağlık hak ihlalleri ile ilgili bilgilere TTB, SES ve DTK Sağlık Meclislerinin raporlarından ulaşmak mümkündür) Uluslararası sözleşmelere göre silahlı çatışma ve savaş durumlarında hastaneler herkesin güvenle sağlık hizmeti alabileceği bir yer haline getirilmesi devletlerin asli görevi iken; bugün Kürdistan’da yaşanan ise devletin bütün hizmet alanlarını cezalandırma alanı olarak kullanmasıdır.
Bizim tam da buradan açmak istediğimiz değerlendirme; bağımlılık ilişkilerini (toplum-devlet) mümkün olan en aza indirgenerek, toplumun bir bütün olarak her yönü ile kendine yetecek inşasını hayata geçirmenin hayati önemidir. Temel insani yaşamın sürdürülebilmesi için olmazsa olmazlar arasında olan beslenme, su, barınma, sağlık, eğitim vb. için gerekli tedbirler ve öneriler geliştirilmelidir. Her şeyden önce özyönetimlere karşı geliştirilen sokağa çıkma yasakları, kentlerin yok edilmesi tam da yaşamın temel gereksinimlerini ortadan kaldırarak esasen en büyük saldırısını yapmaktadır. Bununla beraber sağlık alanının özgünlüğünden hareketle; toplumun bütün yaşam alanlarında ve her kesiminde kendine yetebilecek ‘toplumun sağlık inşası’nın hayata geçirilmesi amacıyla bölgede bulunan 1. ve 2. basamak sağlık kuruluşları dahil (Hastaneler – ASM (Aile Sağlığı Merkezi), TSM (Toplum Sağlığı Merkezi), belediye sağlık kuruluşları), sokak sokak sağlık eğitimleri, temel yaşam desteği için gerekli araç ve gereçler temin edilerek toplumun birincil öz sağlık savunma hattı örülmelidir. Yine başta tabip odaları olmak üzere, sendikalar, sağlık kuruluşları (ASM-TSM) toplum sağlığı eğitim programlarına başlanmalıdır. Bu eğitimler de başta temel yaşam desteği ve ilk yardım eğitimleri olmak üzere çevre sağlığı, sağlıkta birincil koruma, kronik hastalıklara yaklaşım ve korunma eğitimleri olmalıdır. Bu eğitimler ve örgütlenmeler halkın öz örgütlenmeleri ile beraber planlanmalı (halk meclisleri-sağlık meclisleri) ve hayata geçirilmelidir.
Sonuç olarak; “Sağlık sadece sağlıkçılara bırakılamayacak kadar önemlidir.” (İllich İvan) tespitini akılda tutarak, özyönetim ve sağlık tartışmaları ve inşası görevi önümüzde durmaktadır.
- Demokratik Modernite Dergisinde alınmıştır