Geleneksel, Bilimselin Değerli Olduğu Kadar Değerlidir!
DTK sağlık kongresinde üzerinde durulan kavramlardan biri “çarpıtılmış sağlık” tır. Yani halk olarak, toplum olarak ya da birey olarak sağlık ile ilgili yaklaşımlarımız sistem yararına manipüle edilmiştir. “Çarpıtılmış sağlık” ; kapitalist moderniteye hizmet eder. Tıp kurumu( hukuk kurumu, din kurumu, ahlak kurumu gibi sosyolojik bir yapıdan bahsediyorum) birçok yanı ile iktidarın bir parçasıdır. Bağımlılık ilişkileri üzerine kurulmuştur, cinsiyetçidir, hiyerarşiktir. Modern tıbbın bu karakteri, hem kendi inşasında hem de topluma( ya da sisteme) verdiği hizmette kendini gösterir. Kendi beden sağlığımızı değerlendirirken ya da sağlık deneyimlerimizi ve sağlık sistemini değerlendirirken gerçek ile çarpıtılmış düşünme biçimlerimizi doğru sorgulamak ve gerçeğe ulaşmak zorundayız.
Aynı zamanda DTK Sağlık Kongresinde “çarpıtılmış sağlık” kavramının karşı “doğal(toplumsal) sağlık” kavramı ortaya atıldı. “Doğal sağlık”, sağlık algısı ve anlayışının tüm iktidar araçlarından sıyrılıp, gerçekten toplumsal tarafının ortaya çıkarılması ile oluşturulacak olan sağlık algısı ve anlayışıdır. Yani kapitalist modernitenin ulus devletinin iktidar aracı olmayan, endüstrileşmemiş, kar amacı gütmeyen, sadece sağlık hizmeti anlayışına daraltılmamış bir sağlık anlayışı mümkün.
Bu iki ana başlık altında birçok konu tartışıldı ve birçok tespit yapıldı. Var olan çarpıtılmış sağlık anlayışının( belki de sadece sağlık hizmet anlayışı demek gerek) tüm toplumsal birikimi dışladığı tespiti bunlardan biridir. Kapitalist modenrnite, aslında her alanda toplumsal birikimi dışlar. İktidarın bir alandaki bütün bilgiye sahip olması, toplumu bu alanda yönlendirmesini kolaylaştırır, toplum iktidara bağımlı kılar ve verili süreç yeniden ve yeniden kendini örer. Toplumsal birikimin dışlanması sadece sağlık alanına has bir yaklaşım olmamakla birlikte; sağlık konusunda toplumun kendi kendine yetmesini engeller. Kapitalist modernite için gerekli olan tam da budur.
Bu yazının konusu ise sağlıkta toplumsal birikimin dışlanmasından yola çıkarak, gelenek/geleneksel nasıl değerlendirilmelidir! Çarpıtılan nedir?
“Geleneksel” üzerine yapılmış tanımlarda şu ifadeler yer alır; uzman olmayan kişilerce yapılır, kendiliğinden gelişmiş pratikler, büyü ve dini öğeler içerir, kurumsal değildir, evde yapılır vs.. Bu tanımların hepsinin bizi götürdüğü yer, gelenek/gelenekseli bilimselin karşısına koymak, birbirinin yerine ikame eder olgular olarak algılamak ve her şeye rağmen bilimselin üstün olduğunu kabul edip, gelenekseli görmezden gelmektir. Bir başka deyişle, gelenek üzerine yapılan değerlendirme ve belirlemede en baştan sistemin tuzağına düşmektir. İki konuda dikkatli olmak gerek; gelenek olgusunu indirgeyerek değerlendirmek ve sistemin bize sunduğu pencerenin sınırlarını aşamamak.
Öncelikle sistemin bunu ne şekilde ve hangi araçlarla yaptığına bakarsak, karşımıza modern bilim/bilimsel düşünce ya da pozitivizm çıkacaktır. Modern bilim, kendinden önce Platodan ve tek tanrılı dinlerden devraldığı dualist yaklaşımla, ikilikler yaratır, tüm ikilikler arasında hiyerarşi kurar, tahakküm oluşturur, iktidarı besler ve büyütür. Dualite, iktidarın kimliğini oluşturduğu süreçtir. İkiye böler ve iki tarafı da çarpıtır; efendi köle, sömürgeci sömürgeleştirilen, sadist mazoşist, bencil kendini hiçe sayan özgeci. Öyle bir çetrefil çıkmaz ki bu, sorun basit bir tersine çevirme ile düzelemez. Kölenin tarafında onu hiç eleştirmeden durulamaz, çünkü efendiyi yaratan aynadır(Plumvood,1995) ya da Albert Memmi’nin dediği gibi; “sömürgecilik sömürgeciyi yarattığı gibi sömürüleni de yaratır” (Albert,2009).
“Bilimsel” in amacı, gayet siyasi bir yaklaşımla merkezileştirmek ve denetim altına almaktır. Her nerede bir bilimsellikten bahsediliyorsa( bilimsel tarım, bilimsel hayvancılık, vb) , orada bir kadın ve ötekinin dışlanması, doğanın sömürüsü ve çeşitliliğinin yok edilmesi gibi bir durum olmasından şüphe etmek gerek. Modern bilimin bize sunduğu ‘deneysel yöntem’ indirgemeci, dualist yaklaşımı ile ötekileştirme, tahakküm ve şiddetin kendisidir.
Modern bilim batılı erkeğe ait toplumsal ve siyasal bir projedir.
“Bilimsel devrim” in gerçekleştiği, dönem on yedinci yüzyıl olarak bilinir ve bilimsel devrimin babası da Bacon olarak bilinir. Bu dönem, aynı zamanda, eski yunan klasik dönem eserlerinin tekrar okunup, gün yüzüne çıkarıldığı dönemdir. Bacon, bilimsel metodu oluştururken toplumsal cinsiyetli bir akıl/doğa karşıtlığı üzerine kurar. Aslında bu dönem, bilim tarihi kitaplarında çok göremediğimiz bir ekole daha tanıklık eder; Paracelsus’un hermetik ekolü. Paracelsus, Bacon gibi mekanik bakmayı ve dualite üzerinden hareket etmeyi değil; bütün dünyanın kendi içinde kaynaşmış olduğu, karşılıklı bağlılık içinde olduğu ve dünyanın, her yerinde dişi ile erkeğin, mekanik değil, yaşayan bir organizma olduğunu kabul eder(Shiva,2014). Hiç tesadüf değildir ki; bu iki bilim adamı, toplumsal cinsiyet ve bilim yaklaşımları yanında sınıf siyasetleri bakımından da ayrılırlar. Bacon, yükselen orta sınıfı desteklerken, Paracelsus ayaklanan köylüye destek verdi. Zaman içinde, iktidarın da desteği ile mekanik bilimsel yaklaşım gelişti. Bugün, modern bilimin batılı beyaz erkeğe hizmet etmesi, cinsiyetçi olması, ekonomi, kar ve şiddet kavramları ile birlikte anılması tesadüf değildir.
İnsanın, kendisi için doğal toplumsal süreç içinde, ihtiyaçlar doğrultusunda ürettiği çözümün tabiata yakınlığı ile; egemenin, bilimin gücünü de arkasına alarak ürettiği değerler arasındaki fark; geleneksel ile bilimsel arasındaki çelişkiyi ve bu yazının da asıl konusunu teşkil eder. Kendimde, şüphe ile, yargılayarak yaklaşma hakkı bulduğum bu noktada, geleneksele saygının, müdahale olmaksızın, doğal süreçte oluşan değerlere olacağı açıktır; bilimsele ise yaklaşımımın, özellikle bilimselliğin objektifliği hususunda tarafsız olmadığımı belirtmeliyim; çünkü bizzat bilimsellik, kapitalist modernite de tarafsız değildir.
Tarafsızlık-taraf olmak noktasında bakılınca; “Bacon’ın eril projesinin odağını oluşturan deneysel yöntemi eril ile dişil, zihin ile madde, nesnel ile öznel, rasyonel ile duygusal arasında bir ikilik öngörürken, erkek ile doğa, kadınlar ve batılı olmayanlar üzerinde kurulan bilimsel tahakkümü birleştirir.”(Shiva,2014)
Modern bilimin kutsadığı deneysel yöntem, birçok düşünme biçiminden sadece biridir. İndirgemeci bilim, kendisi dışında olanı dışlar; başka özellikleri görmezden gelir, başka bilme biçimlerini görmezden gelir, uzman olamayanların bilgiye erişimini ve bilgiye katkıda bulunmasını engeller. İndirgemeci bilim, kendinden öncekileri ve kendi dışında bilme biçimlerini yok sayar. Bunu yaparken, diğer bilme biçimlerinin rasyonelliği ve yararlılığı ise gerçekte hiç değerlendirilmemiştir. İndirgemeci bilimin nesnel ve evrensel olması mümkün değildir. Bu bilim anlayışının kendisinde, “Ben tekim ve alternatifim yoktur, bana mecbursun!” gibi, kirli ve tehlikeli bir zihniyet gizlidir. Vandana Shiva indirgemeci bilim olarak tarif ettiği deneysel yöntem ile ilgili şöyle der:
“İndirgemeci bilim bilgiyi doğanın bütünü ile olgusal açıklaması olarak gören ve diğer bütün alternatiflere üstün tutan anlayış, ekolojik açıdan mesnetsiz sayılmaktadır. Buna karşılık ekoloji, bir sistemin farklı unsurları arasındaki ilişkileri hesaba katar: Belli bir kaynak unsuru için hangi özelliklerin seçileceği hangi ilişkilerin o özellikleri belirleyen bağlam olarak ele alındığına bağlıdır. Bu bağlam, doğa algısına yön veren öncelik ve değerler tarafından belirlenir. Bağlam seçimi değerlerin belirleniminde olan bir süreçtir ve hangi özelliklerin hesaba katılacağı da gene seçimin kendisi tarafından belirlenir. Kısacası söz konusu doğa olduğunda, insanın bilişsel ve ekonomik etkinliği ile belirlenen değerlerden bağımsız ve tarafsız olgu diye bir şey yoktur. Doğada algılanan özellikler kişinin nasıl baktığına göre; kişinin nasıl baktığı da onun doğa kaynaklarından nasıl bir ekonomik çıkarı olduğuna göre değişir. ” (Shiva,2014)
İndirgemeci bilim, kadına, doğaya, bilgiden faydalananlara ve bilgiye yönelik şiddet içerir.
– uzman/uzman olmayan ayrımı ile kadınlar, kabile toplumları ve köylüler, kendi yaşam deneyimlerinin getirdiği bir uzmanlığa sahip olmalarına rağmen bilgisiz olarak değerlendirilir.
-doğanın kendisinin bilgi kaynağı olduğunu yok sayıp, kavrama ve müdahaledeki manipülasyon ile doğaya şiddet uygular.
-kadınlara ve yoksullara, üretici potansiyellerinden, geçim kaynaklarından ve hayatı destekleyen sistemlerden mahrum bırakılarak doğadan faydalanmalarına engel olunur.
-meşru ve tek bilgi statüsünü elde etmek için olguları bastırır ve tahrif eder, böylece bilimin kendisine şiddet uygular(Shiva,2014)
Modern bilimin, bilimsel özgürlük adı altında, düşünme özgürlüğümüzü elimizden aldığı mekanizma dualitedir.
Val Plumvood, dualitenin yapısının altı madde ile tanımlar ve tahakküm ilişkilerini nasıl oluşturduğunu açıklar:
- Arka plana itme; efendiye göre öteki gereksizdir ve efendinin görüşü evrenseldir.
- Radikal dışlama(derin ayrım): farklı kader ve ayrıcalıklarını açıklayan ayrı doğalar yaratılır.
3- Kendine katma: İrigray, kadının tanımlanmasında bir şeye dikkat çeker; kadınının ne olduğu, kendi başına bir yer işgal ettiğinden değil, bir başkası için oluşturduğu alan üzerinden tanımlanır. Efendi bilinci asimile edilmemiş ötekine tahammül edemez.
Radikal dışlama ve kendine katmanın iki önemli sonucu 4-nesneleştirme ve 5- homojenleştirme ya da klişeleştirmedir.(Plumvood,1995)
Modern bilimin cinsiyetçi, hiyerarşik ve iktidar üretme mekanizması ikilikler yaratması ile sürer gider. Dolayısı ile gelenek olgusunu değerlendirirken benimsenmesi gereken yöntem üzerine durmak gerek; ilk olarak; gelenekseli bilimselin karşısında bir olgu olarak değerlendirmek, gerçeğin çarpıtılmasına, olduğundan daha fazla olumlanmasına ya da kökten reddine sebep olabilir. Bugün geleneğin özellikle engellendiği ve kötürüm bırakıldığını da akıldan çıkarmamak gerek.
Bilimsel, geleneksel karşıtı bir yere oturtuldu ve yerine geçirilmeye çalışıldı.
Bugün geleneksel sağlık yöntemleri diye bakıldığında en az pratiğe rastlanan yerin Avrupa olması dikkat çekicidir. Bilimsel devrimin ortaya çıktığı, kadın ve tüm dünya üzerinde tahakküm geliştirmeye çalışan ve bunu meşrulaştıran bir anlayışın beşiğinde, kadına, özellikle sağlıkçı kadına cadı damgası vurarak, işkence ve imhaların geliştirildiğini biliyoruz. Ne pahasına olursa olsun, gelenekselin yerine bilimseli koyma çabası! Kapitalist modernitenin var olması ve sürdürülebilmesinin bir gereğiydi. Kapitalizmin ilkel birikim süreci ile tıbbın bilgi birikimi süreci aynı döneme rastlar. Belki bu çarpıklıklar için bize bir ipucu verebilir.
Uzunca bir süre muasır medeniyetler seviyesine çıkmak isteyen toplumlarda, kalkınmanın bir gereği olarak, bilimin üstünlüğü kabul edildi ve geleneksel sağlık uygulamaları küçümsendi hatta cezalandırıldı. Avrupa’dan uzaklaştıkça, geleneğin çok güçlü olduğu toplumlara rastlamak mümkün. Bugün hala, bu bölgelerden hareketle, egemenin gelenekseli başka formüllerle değerlendirmesinde, yaşama dair her şeyi denetimi ve kontrolü altına alma çabası ve her şeyi mala mülke, satılabilir metalara dönüştürme ve ona da sahip olma çabası ile açıklanabilir.
Dünya sağlık örgütünün bu konu üzerine raporlar yayınlaması ve 80 lerden sonra politika değişikliğine gitmesi boşuna değildir. Geleneksel tıp uygulamalarının, tıpkı doğada serbest dolaşan su gibi, bir maliyet gerektirmeden metalaştırılabileceğinin farkına varıldı. Neoliberal politikaların bir parçası olarak yönelim gerçekleşti. Fakat can veren, üreten ve sürdüren bir yöntem yerine efendi bunu da homojenleştirip, klişeleştirerek denetlenebilir bir metaya çevirmeye çalıştı. Bugün, dünya egemenlerinin genel yaklaşımı, geleneksel pratikleri uygulamak için standart bir eğitim modeli oluşturmak, sertifika sistemi(devlet onaylı bilgi) ve yasalar ile tüm pratiklerin ancak ve ancak denetleyebilecek şekilde uygulanmasıdır. 80’lere kadar devletlerin genel olarak tehlikeli ilan ettikleri geleneksel bilgiler, şimdi devlet onayı ile alınır satılır bir hale geldi.
O zaman bizim gelenekseli onaylama konusunda da oldukça dikkatli yaklaşmamız gerekir. Amaç toplumsal olana ulaşmak ve onun doğru taraflarını beslemek olmalıdır. Bu noktada da yukarıda belirtilen hassasiyetler ve ek olarak kadın hassasiyetlerimiz doğrultusunda doğrulara ulaşma yöntemleri geliştirmelidir. İlk olarak; gelenek/gelenekselin ne olduğunu en baştan tanımlamalıdır.
Gelenek nedir? Maddeler halinde sıralayacak olursak;
- Geleneksel olanın önemi, toplumsal olmasından gelir. Örneğin; en yakınını görmezden gelmek geleneğe aykırıdır; “komşuna yardım etmelisin”. Bu başlı başına sistem karşıtı bir tutum içerir. Özellikle son dönemdeki neoliberal politikalar ile sistem, insan topluluklarını bireyselleştirdi ve bağımlı kıldı. Toplum kendi bireylerine yardım edemez hale geldi. Bu toplumu yok etmeyi hedefleyen bir tutumdur(Mooney,2014). Böylece bireyler iktidara bağımlı hale gelir. Aynı zamanda kişinin kendini merkez alması sığlaştırır, daraltır, anlam açısından yoksunlaştırır, topluma ve diğer insanlara karşı kayıtsızlaştırır.(Taylor,1991)
- Geleneğin içinde var olan maneviyat, sadece insanı merkez almaz. Dar bir çerçeveden bakıldığında anlamı olmayan hurafeler gibi görünen birçok yaklaşım doğaya ve topluma ve hayatın anlamına dairdir. Bir anlamda doğaya (insan doğası da dahil) mekanik bakmamanın bir yansımasıdır. Doğa canlı ve organiktir, insan her şeyi bir makine gibi kontrol edemez. Bunları tek bir dine, tek bir öğretiye bağlamak ya da genel geçer bir ifade ile değerlendirmek doğru olmaz. Hatta çoğu zaman doğa ile ilgili maneviyatı, bugün Anadolu ve Mezopotamya’da bildiğimiz tek tanrılı dinlerin öğretilerindeki aşkın bir tanrının dünyaya müdahalesi ile açıklamak çok da mümkün değil. İnsanın hayatın anlamına dair çabaları ve yorumları her çağda ve her dönem olmuştur. Bunları değerlendirirken, akılcılık çerçevesinden bakıp görmezden gelmek; bireyin, toplumun ve doğanın korunması ve iyileşmesi ile ilgili etkisini de görmezden gelmek olur. Yine olduğundan fazla abartarak mistik yaklaşmak, akıldışı ve sapkın bir tutum olur.
- Geleneğin içindeki bilgi elde etme yöntemini, Fox Keller, “dinamik nesnellik” olarak tanımlar. Dinamik nesnellik sürekliliğe dayanan bir gözlem biçimidir(Keller,1995). Bu sayede olgular, nesneler ve canlılar kendi gerçek doğaları içinde gözlenir, onları etkileyen her şey ile birlikte değerlendirilir. Bu da modern bilimin deneysel yöntemi gibi bir düşünme biçimidir ve bu iki düşünme biçimi arasında bir hiyerarşi yoktur.
- Gelenek, kadın ve doğa ilişkisini içinde barındırır. İnsan ve doğa arasındaki ilişki ve insani olanla doğal olan süreklidir; yaratıcılık, etkinlik ve üretkenlik, biçim ve görünüşte çeşitlilik, bütün varlıkların birbirine bağlılığı ve karşılıklı ilişkisini içerir(Shiva,2014). Eril ve dişilin, zıtlık değil, birlik barındıran ikiliği söz konusudur.
“doğayı bilmenin ekolojik tarzları öyle ya da böyle katılımcı bir nitelik taşır. Deney doğanın kendisidir ve geleneksel doğa bilimciler de birer ormancı, tarımcı ve su kaynakları yöneticisi olarak kadınladır. Kadınların bilgisi hem doğal sistemlerin çeşitliliğini hem de doğaya dayalı hayatın yarattığı kültürleri yansıtan ekolojik ve çoğulcu bir bilgidir. Dünya çapında çeşitli halkların sömürgeleştirilmesi, esas itibari ile, doğayı ve toprağı tüm yaşam formlarının, potansiyelliklerinin ve yaratım güçlerinin bir ambarı, dünyanın temeli ve nedeni gören ekolojik anlayışların zorla tabi kılınması anlamına gelmiştir.”( Shiva,2014)
Kadınlar, ilk geçim sağlayanlar ve üretim yapanlardır. Bugün, kadın hala doğa ile iç içe olabildiği yerde, doğanın tüm çeşitliliğini de koruyarak çocuklarını besleyebilecek yiyeceğini sağlayabilmektedir. Vandana Shiva bu konuda Hindistan’dan iki örnek verir; biri “bilimsel tarım”, diğeri “bilimsel ormancılık” adı altında yapılan iki müdahaleden bahseder. Bilimsel tarım adı altında buğdaya müdahale edilir: Daha fazla ve daha kaliteli buğday üretimi için kullanılan gübre vb, buğdayın içinde yetişen, kadınların günlük yemek olarak kullandığı bir otu çoğaltır. Sonra bu ot için ilaç üretilir, artık buğday tarlalarında bu ot yokken, “kaliteli buğday” üretile bilinir. Buğday artık tarım endüstrisinin bir metası iken; kadınlar buğdayı kullanmak için para ödemek zorunda ve yemek yapacak bir çeşit bitkiden mahrumdur.
Bilimsel ormancılık ile yine kadınların günlük beslenmeyi sağlayabilecek yiyeceği( mantar, orman meyveleri, vb) buldukları orman endüstriye açıldı.( Shiva,2014) Bu iki örnek, bilimsel ile geleneksel arasındaki yaklaşım farkına bariz iki örnektir. Komün yaşam öngörüsü, bir noktada “bilimsel” i reddetmeyi gerektirebilir. Gandi şöyle der:
“Dünya herkesin ihtiyacını karşılamaya yeter ama bazı insanların açgözlülüğünü tatmin etmek için yetersizdir. “
- Gelenek, nesilden nesile aktarılan yaşam bilgisidir. Sağlık üzerine bir değerlendirme yaparken, sadece hastalıkları tedavi edici pratiklerle değerlendirmek, indirgemeci yaklaşımın bir başka hali olacaktır. Yiyeceklerin saklanmasından, doğadaki çeşitliliğin devamı ve ekolojik yaşamla ilgili her pratiğin önünü açmak ve sahiplenmek gereklidir. Kendine yetebilmenin ve bağımlılığın çözülebilmesinin sırları buradadır.
- Geleneğin yaşamın bilgisi olduğu varsayılarak; toplumun herhangi bir bireyinin bir sağlık sorunu yaşadığında, yapılacak birinci iş olarak doktora başvurmaktansa, kendi kendine yapabileceklerinin sayısının arttırılması mümkündür. Örneğin; gribal bir enfeksiyonda ilk yapılacak şey bir doktora başvurmak ya da kimyasal ilaç kullanmak olmamalıdır. Bunun yerine nane-limon içmek vb. gibi uygulamalar ile semptomları azaltıp vücudun kendi kendini iyileştirmesine fırsat verilebilir. Kaldı ki; son zamanlarda antibiyotiklerin uygunsuz ve fazla kullanımından dolayı ortaya çıkabilecek sorunları, artık sistemin sağlık otoriteleri bile gündemine almak zorunda kalmıştır.
- Gelenek yerel, kültürel ve zamansaldır. Doğadaki çeşitlilik korunduğu gibi kültürel çeşitlilik de korunur. Ana dil ve kültürel dil geleneğin aktarımında önemli bir noktada durur. Toplumun özünde, kültürler arası bir hiyerarşi anlayışı yoktur. Ve yaşam deneyiminin ürettiği bilgi ister istemez yereldir. Dolayısı ile bir geleneksel pratik, belli bir döneme ve yerele ait olabilir. Pratikler de ayrı ayrı çeşitlilik ve özgünlük barındırır. Bilginin metalaşmaması önceldir.
- Gelenek nesilden nesile aktarılan yaşam bilgisidir. Bu aktarımda, genel yaşam deneyimi, emek ve alana ilişkin deneyim değerlidir. Bazılarının daha iyi bitkisel ilaç yapması ile bazılarının daha iyi ekmek yapması ya da bazılarının hayvanlarla daha iyi iletişim kurması tesadüf olmadığı gibi birbirinden üstün meziyetler de değildir. Örneğin; kadınlar erkeklerden daha çok doğum bilgisine sahiptir. Bir alanın bilgisine sahip olanla diğer alanın bilgisine sahip olan arasında da doğal bir hiyerarşi yoktur. Sağlık alanındaki bilgi hiyerarşisi iktidar ile birlikte şekillenmiş ve ölüm ve yaşam arasındaki çelişkide özellikle ön plana çıkarılmıştır. Şamanlardan bu yana sağlık bilgisi ile kurulan bilgi iktidarı, bilginin toplumsallaştırılması ve gelenek gibi anonimleştirilmesi ile aşılabilir.
- Geleneğin içinde dini ideolojinin tekrar tekrar üretildiğini ve toplum üzerinde bir tahakküm aracı haline geldiği de gözlemlediğimiz bir durumdur. Burada “bağlılık” ve “bağımlılık” kavramları öne çıkar. Bağlılık, karşılıklı ilişki halidir, yaşamın içinde bağlı ilişkiler(kültürel) vardır. Bağımlılık ise iktidarı oluşturur. Geleneğin içindeki dini öğeleri bu açıdan değerlendirmek gerekir. İktidar ve bağımlılık oluşturan eğilimler sisteme hizmet eder.
Sonuç olarak; geleneği kendi doğal akışı içinde, genel bir bakışla böyle değerlendirebiliriz. İçinde büyük oranda toplumsallık barındırmasına rağmen, gelenek de iktidar yaklaşımlarından nasibini almış, bazı noktalarda, sömürünün aracı haline gelmiştir. Örneğin; gelenekten beslenen toplumsal yaşamın içindeki cins ve yaş hiyerarşisini görmezden gelemeyiz. Bu nedenle Kadın Sağlık Hareketi olarak geleneği tümden sahiplenmek ve olumlamak yerine şöyle bir yöntem izleyebiliriz:
Akılcılığın karşısına akıldışılığı koymayarak; gelenek tanımını tekrar yapmalı. Antikapitalist bir yaklaşım ile geleneğin iktidar karşıtı nüvelerini değerlendirip, toplumsal yanlarını ilke olarak benimsemeli. Gelenek pratikleri içindeki hiyerarşik, iktidarı besleyen, yeni iktidar odakları oluşturan, patriarkal tutumları deşifre edip, bu yaklaşımları mahkûm etmeli. Öcalan’ın dediği gibi;
“Komünsüz çıkış olamaz. Tarihsel, kültürel gelenekler ancak komünal yaşamla güncellikte yer tutup varlıklarını devam ettirebilirler. Gelenek taklit edilemez. Ama geleneğe dayanmadan da yaşanmaz. Ne geleneğin inkârına ne taklidine dayanmayan ancak güncel yaratıcı değerlerle gelenek beslendiğinde tarihsel-toplumsal yaşam hakiki anlamına kavuşur.” (Öcalan,2012)
Kaynaklar:
- Shiva, Vandana, İnadına Canlı, Sinek Sekiz, 2014, çeviri: Emine Ayhan, İstanbul
- Plumvood, Val, Feminizm ve Doğaya Hükmetmek, Metis, 1995, Çev: Başak Ertür, İstanbul
- Mooney, Gavin, Ulusların Sağlığı, Yordam Kitap, 2014, Çev: Cem Terzi, İstanbul
- Taylor, Charles, Modernliğin hastalığı, ayrıntı yayınları, 1991
- Keller, Evelyn Fox, Toplumsal Cinsiyet ve Bilim, Metis, 1995, Çev: Ferit Burak Aydar
- Memmi, Albert, Sömürgeleştirilenin portresi Sömürgecinin Portresi, Versus Yayınları, 2009, çev: Şen Süer
- Feyerabent, Paul, Özgür Bir Toplumda Bilim, Ayrıntı, 1999, çev: Ahmet Kardam
- WHO (DSÖ), Geleneksel tıbbın ve tamamlayıcı/alternatif tıbbın yasal durumu:
Dünya çapında bir değerlendirme, 2001
- DTK Sağlık Kongresi, 2013, Aram Yayınları
- Öcalan, Abdullah, Kürdistan Devrim Manifestosu, Ararat Yayınları, 2012
Arzu Türkmen