Home / ARŞİV / TÜRKİYE’DEKİ HALK SAĞLIĞI SORUNLARI -Sera Şimşek *

TÜRKİYE’DEKİ HALK SAĞLIĞI SORUNLARI -Sera Şimşek *

Ata Soyer Sağlık ve Politika Okulu olarak DSÖ’nün sağlık tanımı üzerine yürüttüğümüz tartışmalarda tanımın sınırlılığı, sağlığı koşullayan etmenleri görülmediği, özellikle insan merkezli olduğu ve siyasal sağlık diye tanımlayabileceğimiz toplumsal düzen kaynaklı sağlıklı(sızlık)ları görünmez kıldığı öne çıktı. Bu sağlık sorunlarını ele alışımızı da etkiledi. İlk kez DTK Sağlık Kurultayı (2011)’de, ardından DTK Sağlık Kongreleri’nde siyasal ve ekolojik sağlığa öne çıkartan sorun tanımlamalarına gidildi. Bu birikim yapılan çalıştaylar, yaz kampı, SPO toplantıları, HDK Sağlık Kurultay’ları ile daha da pekişti. Bu yazıda biriktirdiklerimiz doğrultusunda sağlık sorunlarını yedi başlıkta ele alacağız: İnkar imha asimilasyon; Kadın özgürlüğüne saldırılar; Ekolojik tahribat (Sermaye birikimi hedefini aşan ekolojik kırım-soykırım, çitleme, savaş stratejisi, kültürel soykırım); Emek sömürüsünde derinleşme, emek yağması; Kanserleşen kentsel yaşam ve sağlıksızlık; Savaş, yok edilmeye çalışan coğrafya, zorla yerinden edilenler ve sağlıksızlık ve Toplumsal sağlık mücadelesine saldırı.

  1. İnkar imha asimilasyon

Toplumu sağlıksız kılan inkar-imha-asimilasyon politikaları hız kesmeden devam ediyor. Pandemi sürecini fırsata çeviren devlet Kürdistan’da saldırılarını daha da yoğunlaştırmıştır. Kürt halk önderi sayın Abdullah Öcalan’a uygulanan tecritin ağırlaştırılarak devam etmesi, zindanlardaki HDP’li milletvekilleri ve siyasi tutsaklar, gerilla mezarlıklarına saldırılar, defin ve yas tutmanın engellenmesi, HDP’ye yönelik saldırıları, halkın öz iradesi belediyelere kayyum atamaları, kadın özgürleşmesi hareketlerine saldırılar (Roza derneği, Şahmeran kadın platformları, TJA), tacizler, istismar, patriyarkal baskılar, demokratik kitle örgütlerine saldırılar, baskılar keyfi ve hukuksuz uygulamalar (sürgünler, ihraçlar, izin verilemeyen eylemler vb.), uyuşturucu ve fuhuşun teşvik edilmesi, askeri operasyonlar, Kürt ulusal birlik çalışmalarını siyasi çıkmaza sokma çabaları, Zine Werte başta olmak üzere medya savunma alanlarına saldırı, Rojava’ya yönelik saldırılar (su kesme, tarım arazilerini ateşe verme), pandemiye rağmen sürdürülen inkar-imha-asimilasyon politikalarıdır. Bu politikalar aynı zamanda özgür olma hali olan sağlığa, toplumsal sağlığa saldırılardır. Kendi kaderini tayin etme hakkını kullanamayan bir toplum, özgür değildir, sağlıklı değildir.

 

Kürdistan’a ve Kürtler yönelik ayrımcı politikalar Covid-19 salgınına kontrolünde, önlemlerde kendini göstermiştir. Kürt siyasi tutsaklar cezaevlerinde tutulumu ve tecrit derinleştirilmiştir. Bölgede riskli kişilere tanı konulması için gerekli olan test yapılma olanakları sağlanmamış, geciktirilmiş ve yetersiz kılınmıştır. Bölgede başlatılan kardeş aile kampanyalarına yoğun saldırılar yapılmış, toplumun öz-örgütlerinin çalışmasına izin verilmemiştir. Böylelikle sosyoekonomik durumu düşük hanelere ulaşma noktasında kendisinden başka hiçbir kuruma izin vermeyerek asimilasyon politikalarına yenisi

eklenmiştir.

İnkar-imha-asimilasyona yönelik doğrudan istatistiksel değerlendirme yapmak çok güç. Bu konu daha çok insan hakları ihlali olarak kayıtlara geçmektedir. Bir de sık kullanılan toplumsal sağlık göstergeleri bize bilgi verebilir. Bunlardan biri de anadil meselesidir. Tek dilli sağlık hizmeti, dilin biriktirdiği birikimi, kültürü, bilgiyi yok etmek anlamına gelmektedir. Anadilde sağlığın engellenmesi ulus-devletlerdeki etnik, dini, cinsiyet, kültürel farklılıkları yok sayan heteronormatif, batılı, beyaz erkek aklın galibiyetini perçinler. Türkiye’de birçok dil ve bunun ayrılmaz parçası olan kültürler varken, tek dilde ısrar politiktir ve en baştan sağlığın önündeki büyük engellerden biridir. Anadilin yasaklanması, yaşamın, eğitimin, sağlığın önünde en büyük erişim engelidir. OHAL sonrası birçok kurum, kuruluş, kültür evi, dernek faaliyetleri yasaklanmış, bundan en çok da Kürtçe dersi veren kurumlar etkilenmiştir. İnsan Hakları Ortak Platformu 2017 Olağanüstü Hal Durum Raporuna göre 1412 dernek kapatılmış, bunlar içinde üç büyük ilden sonra 76 ile en büyük oran Diyarbakır da olmuştur. 10 binden fazla kişinin yararlandığı toplamda 37 Kürtçe ders veren dernek kapatılmış, Kürdistan’da birçok Kürtçe eğitim veren anaokulun faaliyetleri durdurulmuştur. Aynı zamanda Kürtçe yayın yapan birçok kanal, derginin de kapatılmasıyla Kürtçe konuşulması ve dinlenilmesi engellenmiştir.

Sadece dilin yasaklanması ile kalınmamış, Kürt illerine kayyumlar atanmıştır. 2017 yılında belediyelere atanan 94 kayyumun 89’u Demokratik Bölgeler Partisi tarafından yönetiliyordu. Günümüzde ise Halkların Demokratik Partisi (HDP) yönetiminde Diyarbakır, Mardin ve Van Büyükşehir Belediyelerine kayyum atanması ardından eşbaşkanlık sistemi hedef tahtasına konulmuştur. 2014 yılında Siyasi Partiler Kanunu’nda eşbaşkanlığın tanınması ardından HDP’nin yerel yönetimlerde meşru olarak uyguladığı eşbaşkanlık sistemi bugün ise soruşturmalara ve görevden uzaklaştırmalara gerekçe olarak sunulmuştur.

Yaygın kullanılan toplumsal sağlık göstergesi olan anne ölüm hızı, bebek ölüm hızı ve beş yaş altı ölüm hızından da yararlanabiliriz. Genel olarak halk sağlığı camiası bu hızların toplumsal eşitsizliklerin göstergesi olarak kabul etmekte ve bunu toplumsal güç ilişkileri ile açıklamaktadır. Sol muhalif halk sağlıkçıları analizi daha ileri götürüp kapitalizmin eşitsiz gelişim yasası ile bu eşitsizliklere açıklık getirmektedir. Oysa Kürdistan’ın sömürge olarak analiz edilmesi, eşitsiz gelişimi aşan bir durumu ortaya koyar. Eşitlik ve özgürlüğün olmadığı yerde sömürü ve tahakküm hüküm sürer. Kapitalist üretim ilişkileri üzerinden sömürüyü, devletleşme, erkek egemen iktidar, ideolojik aygıtlar üzerinden de tahakkümü okumak mümkündür. Bu nedenle eğer Kürdistan’a yönelik inkar-imha-asimilasyon retoriğini yaygın kullanıyorsak eşitsizlik yerine ayrımcılık söyleminin tercih edilmesi daha yerinde olacaktır.

Türkiye’de iller bazında bin canlı doğumda bebek ölüm hızına (BÖH) bakıldığında Kürdistan’da bebek ölüm hızının diğer bölgelere göre yüksek olduğu görülür. Türkiye Nüfus ve Sağlık Araştırmaları (TNSA) 2013 verilerine göre batıda bebek ölüm hızı binde 13 iken Kürdistan’da yaklaşık iki katı olan binde 24’tür. BÖH en düşük ilimizde binde 5.0, en yüksek (kötü) olduğu ilimizde ise binde 15.3 ile 3 katından daha fazladır (Hız Oranı: 3.1).

Bu hesaplama bölge düzeyinde yapıldığında Kürdistan’da Türkiye’nin batısına göre hız oranın daha yüksek olduğu Hamzaoğlu (2017) tarafından gösterilmiştir. Bebek ölümlerinin bölgelere göre karşılaştırıldığı bu çalışmada 2009 yılında BÖH en düşük olan İstanbul bölgesinde, birinci doğum gününden önce yaşamını kaybeden her bir bebeğe karşılık, aynı yıl BÖH en yüksek olan Güneydoğu Anadolu bölgesinde 1.5 bebek birinci doğum gününü göremeden yaşamını yitirmiştir. BÖH’ün 2016 yılında en düşük olduğu Batı Marmara bölgesinde her bir bebek ölümüne karşılık, aynı yıl BÖH en yüksek olan Güneydoğu Anadolu bölgesinde 2.2 bebek yaşamını kaybetmiştir.

Doğurganlığın da fazla olduğunu dikkate alırsak Batı bölgesinin koşullarına sahip olmadığı için Kürdistan’da mezarlıklar bebek mezarları ile doludur diyebiliriz. 2018 TNSA’da BÖH verilmemiştir, yayınlanmama nedeninin bölgeler arası farkın artmasından kaynaklandığı ileri sürülmektedir. Nitekim Sağlık Bakanlığı 2018 istatistik yıllığına göre BÖH Türkiye genelinde binde 9.2 iken Güneydoğu Anadolu’da binde 13.5, Orta Doğu Anadolu’da binde 11.1, Kuzey Doğu Anadolu’da binde 10.6’dır. Buna karşın Batı Marmara’da binde 6.8, İstanbul ve Doğu Karadeniz’de binde 74’dür. İller düzeyinde incelendiğinde Antep’te binde 15.3, Mardin’de binde 14.9, Urfa’da binde 14.5, olduğu görülecektir. TNSA, Sağlık Bakanlığı İstatistik Yıllığı etnisiteye, anadile göre veri paylaşmadığı için aslında çok daha geniş olan eşitsizliğin gösterilmesi de engellenmektedir. Türkiye’nin batısında da  bebek ölümlerinin büyük bir kısmının Kürtlere ait olduğunu tahmin ediyoruz. Etnisiteye göre bir düzeltme yapılarak bu hızların hesaplanması için çalışmalar yapmak önümüzde önemli işler arasında yer almaktadır.

Yine bir önemli konuda bebek ölümlerinin önlenebilir olup olmamasıdır, halk sağlıkçılara göre bebek ölümlerinin tümü önlenebilirdir. Bununla birlikte daha çok Sağlık Bakanlığı kontrolünde önlenebilir bebek ölümleri %9 ile 70 arsında değişmektedir. Türkiye genelini yansıtan ve SB belgelerine daralmış çalışma sonucuna göre önlenebilirlik %15 olarak bulunmuştur. Bununla birlikte Halk Sağlığı Kongresi’ne sunulan Ağrı iline ait sözlü tebliğde önlenebilirlik %69.6 olarak hesaplanmıştır. Bizzat kendisi de halk sağlığı uzmanı olan sağlık müdürü tarafından yapılan bu çalışmada dahi konu tıbbi olarak ele alındığı sosyal gerçekliklere kapalı olduğu eleştirisi yapılmıştır.

Çocuk sağlığı için en temel göstergelerden olan kronik beslenme yetersizliğinin bir göstergesi olan bodurluk ise Kürdistan en yüksek olup %8.2 dir. Hizmete erişim açısından da TNSA 2008-2013 verilerine bakıldığındatam aşılı olmak için gerekli olan %90 bağışıklığa en uzak bölge Kürdistan’dır. Türk Tabipler Birliği (TTB) Aile Hekimliği Kolu’nun Urfa’da düzenlediği “Aile Hekimliğinde anne/bebek ölümleri ve bağışıklama” çalıştayının sonuç bildirgesinde önlenebilir anne ölümünü ‘kadın cinayeti’; önlenebilir çocuk ölümlerini ise ‘çocuk hakkı ihlali’ olarak değerlendirmiştir.

Anne ve bebek ölümleri söz konusu olduğunda Kürdistan’da patriyarkal yapının oldukça köklü olmasının da masaya yatırılması gerekir. Anne ve bebek ölümleri ile doğrudan ilişkisi olan yüksek doğurganlık, riskli gebelikler, doğum kontrolü vb. konularda kadınların kendi beden hakkında karar vermesi tartışılmaz olmasına karşın Kürdistan’da devletin ve erkeğin söz sahibliği hesaplaşılması gereken bir gerçekliktir. Bu eril zihniyet ile radikal mücadele edilmeden anne ve bebek ölümleri ile mücadele edilemez. Kadın sağlık harekatı kadın özgürleşmesi ile birlikte yürütülecek bir mücadeledir.

  • Kadın özgürlüğüne saldırılar

Kadınlar için sağlık göstergeleri ve belirleyicileri üreme sağlığı üzerinden okunmakta olup, sağlıklı olma hali  evlilik, doğurganlık, aile planlaması üzerinden değerlendirilmektedir. Erken yaşta ve zorla evlilikler, kadının çalışma dünyasındaki yeri, şiddet, üreme alanı dışındaki kadın bedeni öncelikli alanlar içerisinde değildir. Aksine bu konular giderek tahammül edilemeyecek noktalarda kötüleşmektedir. Erken yaşta evliliklere af düzenlemesinin tartışıldığı bugünlerde şikayet ve baskı olmaması halinde evliliğin sürmesi gibi koşulların yanı sıra kadın ile erkek arasındaki yaş farkının 10-15 olması yönünde seçenekler yine kadın aleyhinedir. Çocuk yaşta ve zorla evlendirilen 20-24 yaş arası kadınlarda 15 yaş ve 18 yaş öncesi evli olduğunu veya bir eş ile birlikte yaşadığını beyan edenlerin oranı sırasıyla %2 ve %14,7 dür. Giderek artan çocuk sayısı söylemi kadınlar üzerinde doğurma, annelik üzerindeki baskıları artırmaktadır. Toplam doğurganlık hızı yani nüfus başına bir kadının yaşamı boyunca dünyaya getirdiği ortalama çocuk sayısı 2008 yılında 2,16 iken 2018 yılında 2,30’a çıkmıştır. Evli olan 15-49 yaş arasındaki kadınların %64,8’i kendi sağlıkları üzerindeki kararları tek başına verememektedir. Beden üzerine kurulan hakimiyetin yanı sıra kadınların mücadele alanları da engellenmeye çalışılmaktadır. OHAL kapsamında birçok kadın derneğinin de içinde yer aldığı 370 dernek mühürlenerek faaliyetleri askıya alınmıştır.

Sağlık hizmetlerine erişim göstergesi olarak aşılanmama kız çocukları için gittikçe artan bir eşitsizlik ögesi olarak görünmektedir. Aşılanmama açısından kadın/erkek oranı 2008-2013 arasında %28 artmıştır. Kız çocuklarda aşılanmamada artış son 5 yıl için %86,4 ile erkeklere göre (%45,5) yaklaşık 2 kat artmıştır.

  • Ekolojik tahribat (Sermaye birikimi hedefini aşan ekolojik kırım-soykırım, çitleme, savaş stratejisi, kültürel soykırım)

Sermaye sömürü ve güç ilişkilerini ekolojik tahribat üzerinden sürdürmeye devam ediyor. Avrupa’nın en büyük çöplüğü olan Türkiye, Hasankeyf’in sular altında kalmasına göz yumarak,  Sur’u yakıp yıkıp kentsel dönüşüme mal ederek, Munzurda HES’ler yaparak, geçtiğimiz yıl 1.377 adet orman yangınına izin vererek asıl tahribatı yapan insan ve onun yarattığı iktidarlaşma ilişkisinin sonucu olduğunu kanıtlamıştır. Cudi’den Hakkari hattına kadar neredeyse her yüz metreye kalekol yapılmış, binlerce ağaç kesilmiştir. Ilısu barajı ile seksene yakın köy sular altında kalmış ve bölge iklimi ciddi bir biçimde değişime uğramıştır. Bölgede yetişen birçok endemik bitki ve yabani hayvanlar risk altındadır.

Ormansızlaştırma Kürdistan’da uzun süredir sürdürülen bir politikadır. Ormansızlaştırma politikaları çok yönlüdür. Sadece sermaye birikimi ve rant değil büyük oranda askeri operasyonlar ve güvenlikçi politikalar nedeniyledir. Askeri operasyonlar ve kalekol yapımı ciddi sayıda ağaç katliamına yol açmaktadır. En son Siirt örneğinde olduğu gibi askeri operasyonlar nedeniyle çıkartılan orman yangınları son 30 yılda ormasızlaştırmanın en büyük nedenidir. Her gün tonlarca ağacın devlet yok edilmesi bölgede iklimlerin değişmesine, endemik ve tarım bitkilerinin zarar görmesine neden olmaktadır. Ağaç kesimleri ile birlikte canlı yaşamı tümden tehlikeye atılmaktadır. Yine Mardin’de üç ilçeyi kapsayacak şekilde RES yapılması için ÇED raporu alınmış, yerleşim yeri, mera, arkeoloji ve doğal yapıların etkileneceği ilk etapta 50 tribün yerleştirilmesi planlanmıştır. Bu saldırıların ihmal edilmemesi gereken bir yönü de toplumsal hafızayı yok etmenin hedeflenmesidir. Hasankeyf, Sur’da kentsel dönüşüm, Mardin Dargeçit’te insanlık tarihine ışık tutacak bulguların yok edilmesi, kayyum eliyle Van’da tarihi ve doğal güzellikleri betonyapılarla değiştirilmesi ve Hakkari’de 600-700 yıllık tarihi evlerin yıkılması vb. toplumsal hafızanın yok edilmesine örneklerdir.

Ekolojik yıkım aynı zamanda bir toplumsal yıkımdır. Kürt halkı tarihin hiçbir döneminde doğa ile ilişkilerini koparmamıştır. Doğa Kürt halkı için bir kültür birikimi, ekonomik ilişki, tarihi hafıza, savunma, yaşam tarzı ve kutsallıktır. İktidar Kürdistan coğrafyasına saldırarak tümden Kürt ile doğa ilişkisini yok etmeye çalışmaktadır. Güvenlik barajlarıyla, kalekollarla halkın doğa ile etkileşimi engellenmek istenmektedir.

Ekolojik yıkım, Kürt halkı için ekonomik yıkım, mülksüzleştirmedir, bağımlı kılmadır. Ilısu barajı nedeniyle sulara gömülen yaylalarda da hayvancılık faaliyetlerinin bitmesi, yaylaların yasaklanması , kayyumların tarım arazilerini imara açması tarım faaliyetlerini olumsuz etkilemekte yörenin yoksullaşmasına yol açmaktadır.

Kürdistan için önemli bir ekolojik tahribat, savaştır. Atılan tonlarca bombanın (kimyasal dahil), mayınların, askeri araçların gaz emisyonlarının havada, toprakta ve suda kalıcı birikimlere neden olduğu, bu zararlı atıkların bitki, hayvan ve insanlarda ciddi sağlık sorunlarına yol açtığı bilinen, ihmal edilen bir konu olarak varlığını sürdürmektedir.

Ekolojik yıkımın, ekolojik kırımın biyoçeşitlilik üzerine, endemik bitki ve hayvan türleri üzerine ciddi zararlarının yanında insan sağlığına da zarar vermektedir. Ekolojik tahribat hava kirliliği, su kirliliği, toprak kirliliği ve gıda kirliliği aracılığıyla bulaşıcı ve bulaşıcı olmayan hastalıklara yol açmakta ve erken ölümlere neden olmaktadır. Bir örnek ile yetinelim. Silopi termik santrali ile beraber özellikle silopi ilçesinde kanser vb hastalıklar cok arttı. Kansere yakalanma oranı gençlerde bir hayli fazla olduğu gözlemlenmektedir.

  1. Emek sömürüsünde derinleşme, emek yağması

İş(çi) cinayetleri inşaat, maden, tarım ve taşımacılık iş kollarında; mevsimlik çalışmanın, sendikasız, örgütsüz ve güvencesiz çalışma koşullarının hakim olduğu iş kollarında yoğunlaşmıştır. İSİG Meclisi’nin hazırladığı 2019 yılı içerisindeki iş kazalarında yaşamını yitiren işçilere dair yazılan rapora göre toplam 1,736  işçi hayatını kaybetmiş, bunların %25’i tarım, %19’u inşaat alanlarında çalışmakta olduğu ve ölen işçilerin yüzde 98’i sendika üyesi olmadığı görülmüştür.  2018 yılında 3. havalimanı inşaatında 400 işçinin hayatını kaybettiği çeşitli haberlerden toplanan veriler ile bulunan tahmini bir sayıydı. Doksanlarda yakılan ve boşaltılan köyler nedeniyle zorla yerinden edilen Kürtler Tuzla tersaneleri iş kazaları, merdivenaltı kot kumlama atölyelerinde silikozis nedeniyle ölüme mahkum edilirken, 2000’li yıllarla başlayan mega inşaatlar Kürtler, mülteciler için ölüm tezgahlarına dönmüştür.

Batıda Kürtlerin, Trakya’da Romanların ve her yerde ucuz emek gücü olarak çalıştırılan mültecilerin-göçmenlerin, Suriyelilerin öncelikli olarak çalıştığı mevsimlik işçi statüsü gerek güvencesizliği, gerekse yaşam koşullarının kötülüğü anlamında büyük bir sorundur. Türkiye’de resmî tahminlere göre yaklaşık 300 bin kişi, genel kabul olarak 500 bin-1 milyon arasında kişi mevsimlik ve gezici tarım işçisi bulunuyor. Bunların içinde ucuz emek gücü olarak görülen çocuklar ve kadınlar yoğunlukta… Şanlıurfa, Adıyaman, Diyarbakır, Batman, Mardin, Şırnak gibi iller başta olmak üzere Kürdistan’da sayıları milyonlarla ifade edilen gezici mevsimlik işçi ilkbahardan başlayıp sonbahara kadar Türkiye’nin farklı bölgelerine çalışmaya gidiyor. Barınma, ısınma, beslenme, suya erişim, hijyen, yaşam ve çalışma koşulları açısından ciddi yetersizlikler yaşıyorlar. Tarlalara yakın bölgelerde su, sağlık, beslenme gibi ihtiyaçlara uzak yaşayan mevsimlik tarım işçilerinde anne ölüm riskinin on, bebek ölüm riskinin beş kat fazla olduğu ifade ediliyor. Gastaroenterit, ASYE, bit-uyuz vb. kötü hijyen koşullarına enfeksiyon hastalıkları oldukça yaygın. Yine yeterli ve dengeli gıdaya erişim olanağı olmaması beslenme bozukluklarının her türlüsüne yol açıyor (Malnutrisyon, demir eksikliği anemisi, vitamin yetersizlikleri vb.).

Mevsimlik işçilerinin başta tarım ilaçları olmak üzere işçi sağlığı ve güvenliği açısından çok ciddi risklere sahip olmalarına karşı İSG hizmetlerinden yararlanımın oldukça düşük olduğu ve önlemleri yok denilecek düzeyde olduğu aşikardır. Çalışma,  barınma-yaşam koşullarının ağırlığından dolayı her yıl onlarca mevsimlik tarım işçisinin yaşamını kaybediyor. Trafik kazaları, zehirlenme, yılan-akrep sokması, güneş çarpması, iklimsel faktörler ve çok sık yer değiştirme ölüm nedenleri olarak öne çıkıyor. 2017 yılında 198 mevsimlik tarım işçisinden 101’inin ölüm nedeni trafik kazasıdır. Mevsimlik tarım işçilerine dayatılan güvencesiz ve güvenliksiz çalışma koşulları, traktörlerin, kamyonların kasalarında yahut minibüslere kapasitenin çok üstünde bindirilerek yaptıkları yolculuklarla başlıyor. Mevsimlik tarım işçilerinde sosyal dışlanma, istismar, ihmal, şiddet gibi sorunlarla da sıklıkla karşılaşılmaktadır.. Kürt işçiler mevsimlik işçi olarak çalıştıkları yörelerde ırkçı söylemlerle ve anadilin kullanılmasıyla linç tehdidi ile yaşamaya mecbur bırakılmaktadır. Balıkesir başta olmak üzere birçok batı ilinde Kürt işçiler ırkçı saldırıların açık hedefi olmuşlar ve hayati tehlike yaşamışlardır.

  1. Kanserleşen kentsel yaşam ve sağlıksızlık

Kanserleşen kentsel yaşam ve tüketim toplumu olumsuz sağlık sonuçlarını bulaşıcı olmayan hastalıklar olarak gösterdi. Kanser, kalp damar hastalıkları vb. Kürdistan’da çok daha derin yaşanıyor.. . Geç kapitalistleşen, sömürge coğrafyaların kaderi olan beslenme bozuklukları, kadın ve çocuk sağlığı sorunları, bulaşıcı hastalıkların yanında bulaşıcı olmayan hastalıklarla da boğuşuyor. Yine anadil, sağlık hizmetlerinin süreksiziliği ve niteliksizliği, erişim sorunları vb. nedenlerle kronik hastalıklar çok geç tespit edildiği için yıkıcılığı çok daha fazla görülüyor.

Bulaşıcı olmayan hastalıklar olarak sıklıkla kalp-damar hastalıkları, solunum sistemi hastalıkları, sinir sistemi hastalıkları ve kanserler veriliyor. Bunlara ek olarak risk faktörlerinin altı çiziliyor, obezite, sigara, hareketsiz yaşam vb. olarak. Bu hastalıkların hangi zeminde geliştiği tartışılmıyor.. Erken tanı ve tedavi ile bireysel koruyucu önlemlerle hastalar sağlık kurumlarına bağımlı kılınarak mücadele korumadan ziyade tedaviye, sağlık alanından sermaye biriktirmeye hizmet ediyor. Hal böyle olunca teknoloji ile donanmış, tanı ve tedavi olanakları gelişmiş şehir hastaneleri gibi devasa sağlığın yeni fetvacı kurumları karşımıza çıkıyor. Masaya yatırılmayan kapitalist modernitenin dayattığı hastalık üreten kanserleşmiş kentsel yaşam karşımıza çıkıyor. Sağlık Meclisleri, Sağlık Politika Okulu olarak bu sıkışmışlığa hapsolmayarak kenti, sömürü ve tahakküm ilişkilerin hakim olduğu kenti tartışmaya, bizi bağımlı kılan tecrti edilmiş yaşamlarımızı Kent ve Sağlık çalıştayı, HDK Sağlık Kurultayları (Kapitalizmin Kentlerine Alternatifimiz Var ve Yerel Yönetimler ve Sağlık) inceleme altına aldık. Kanserleşen kentsel yaşamın özelliklerini tek tip, baskı, şiddet, eril, asimile, yok sayılma, yoz, tecrit (izolasyon), yabancılaşma, nesneleşme, insan merkezli, ritimsiz, an merkezli (geçmişsiz-geleceksiz), hız, kaotik, obur  (yığma-depolama), cansız, sahte, belleksiz, tüketen, yıkan, yağmalayan, değersizleştiren, ayrıştıran, çatıştıran, bireyselleştiren, denetleyen, disiplinize eden, tasarlanan, planlanan, programlanan, sömürgeleştiren (yutan), belleksizleştiren, ….. olarak tanımladık.

Tüm bu sıralanan özellikler kapitalist modernitenin sömürü ve tahakküm ilişkilerinden kaynaklanır ve gündelik yaşamı esaret altına alma hedeflidir. Bu kentlerin tek tipleştirici özelliği gündelik yaşamın her anına ve her yerine sızarak özünde çoğulcu olan yaşamın tek tipleştirilerek pranga altına alınmaya çalışılır. (Tüm bu saldırıların karşısında her zaman direniş odaklarının – Kadın, Ekoloji, Sokak, Topluluklar, Özgür alanlar (Meclisler…)- olduğunu unutmadan). Kapitalist kentin bu özellikleri DSÖ’nün sıraladığı risk faktörlerinin bulaşıcı olmayan hastalıkların altında yatan gerçek nedenlerdir. Dayatılan bu yaşam obeziteyi artırmış, erişkin nüfusun %30’u obez hale gelmiştir. Erişkin nüfusta şeker hastalığı %13,7 Hipertansiyon %30 gibi oldukça yüksektir. Bunlara bir de psikolojik sorunlar eklendiğinde, toplumun tümünün hastalıklarla boğuştuğunu söyleyebiliriz. Nitekim gerek dünya genelinde gerekse Türkiye’de yapılan hastalık yükü çalışmalarından elde edilen bilgiler bu gerçeği gözler önüne koymaktadır.

  1. Savaş, yok edilmeye çalışan coğrafya ve sağlıksızlık, zorla yerinden edilenler ve sağlıksızlık

1989-1999 yılları arasında bu soruna dayalı olarak ortaya çıkan göç hareketi, 4 ile 4.5 milyon arasında anadili Kürtçe olan Türkiye Cumhuriyeti yurttaşını, yaşadığı yerleşim alanından kopartmış, üreticilik niteliklerinin kaybolmasına sebep olmuştur. Günümüzde ise savaşın ve çatışmanın yol yol açtığı yıkımlar ve sokağa çıkma yasaklarıyla insanlar yerlerinden edilmiştir. Özellikle Cizre, Sur, Nusaybin de yaşananlar bunun en açık resmidir. TMMOB’un raporuna göre Cizre 2015 yılında, 131 bin 816 nüfusa sahip iken, yasak başladıktan sonra yaklaşık 110 bin insanın yerinden olduğu ve ilçedeki nüfusun 20 binlere gerilediği görülmektedir. Şırnak’ta 7 mahalle tamamen yok olmuş, Yüksekova’da halkın %35’i evsiz kalmış, Nusaybin’de 45 bin kişi göç etmiş, Sur’da 6 mahalle haritadan silinmiştir.

Türkiyede geçmiş yılların katliamları, çatışmaları, sivil ölümleri, toplu mezarlarla bugün gün yüzüne çıkıyor. İnsan Hakları Derneğinin 2014 yılında yayınladığı rapora göre Dersim’de isyan döneminden kaldığı belirtilen içerisinde 230 kişinin bulunduğu toplu mezar ile Bingöl’de Şeyh Sait isyanında 84 kişinin diri diri yakıldığı köydeki toplu mezar bunlara örnek teşkil edecek niteliktedir. Siirt’e bağlı Newala Qasaba’da (Kasaplar Deresi) 1989 yılında açılan toplu mezarda 73 PKK’li, 98 sivil tespit edilmiştir. 2020 yılında ise 261 PKK’linin cenazelerinin İstanbul Kilyos’ta otoban kenarında üst üste usulsüzce gömüldüğü iddiaları devam etmektedir. Toplu mezarlar bir yana mevcut mezarlar ise devlet tarafından çeşitli gerekçelerle talan edilmektedir. Van ve Muş’ta gerillalara ait bazı mezarlıklar “kod isim” ve “flama” gibi gerekçelerle askerlerce yıkılması buna örnektir.

  • Toplumsal sağlık mücadelesine saldırı

Kürdistan’da çok sayıda kurum toplumsal sağlık mücadelesi vermektedir. Sendikalar, meslek örgütlerini, dernekler yanında DTK Sağlık Meclisi, Belediyelere ait sağlık birimleri vb. Bunun yanında toplumun tüm öz-örgütlenmelerinin (halkevlerinin, kültürevleri, Mezopotamya Ekoloji, Kadın dernekleri,….,) verdiği mücadele toplumsal sağlık sağlık mücadelesidir. Kendini belirleme hakkının öne çıktığı demokratik özerklik ve özyönetim inşası uğruna yürütülen tüm mücadeleler toplumsal sağlık mücadelesidir. Dahası toplumsal özgürlük ve kadın özgürlük mücadelesi aynı zamanda toplumsal sağlık mücadelesidir.

Bu kapsamda ele alındığında son dönem belediyelere atanan kayyumların (ücretsiz su kararı aldığı günün ertesine kayyum atanan Batman belediyesi örneği tipiktir) ilk yaptığı kadın, eğitim ve sağlık başta olmak üzere belediyelerin öz-örgütlenmeye dayalı kurumlarının ve toplumsal sağlık hizmeti için yoğunlaşmış Bişeng sağlık Merkezi’nin kapatılması, uyuşturucu ile mücadele kapsamında gençlere yönelik çalışmaların baskılanması, anadilde sağlık hizmetlerinin engellenmesi, toplumsal sağlığın inşacısı sağlık emekçilerinin ihraç edilmesi, sağlık öğrencilerinin güvenlik soruşturması bahanesi ile çalışmasının engellenmesi, sendikalarda yaşanan sürgünler, sağlık öğrencileri üzerine yoğunlaşan baskılar ve tutuklama toplumsal sağlık mücadelesine saldırılara örnek teşkil etmektedir.

Sonuç olarak:

Rejim yukarıda saydığımız tüm alanlarda sistematik saldırılarıyla sağlıksız bir toplum yaratırken, kapitalist tıbbıyla da toplum temelli-toplum yararına olan bir sağlık algısından ziyade sermaye lehine çalıştığı için başlı başına bir sağlık sorunudur. Sorunun kaynağı kendisi olduğu için çözümü ondan bekleyemeyiz.  Mevcut sağlık sisteminin sürdürülemezliği pandemi sürecinde daha net bir şekilde gözler önüne serilmiştir. Hastanelerin bir salgında ne kadar çözüm olmadığının, yoğun bakım yatak sayısı hesaplayarak pandemiden çıkış yolları arandığı günümüz Türkiye’sinde sağlığın dört duvara sıkışmış anlayışının bir resmini görmekteyiz. Tibbileşmiş bir sağlık algısı, pandeminin hegemonik dünyada alt edilen doğa ve insanın ekolojik yıkımının bir sonucu olduğunu görmezken, sorunun çözümünü de yine hastanelerde arar. Çözüm ideolojik, kolektif sağlık; toplumun ve insanın nesneleşmediği, çözüme ortak olduğu sağlık biçimidir. Bu da ancak kendini yönetebilen toplum modelinin sağlığa evrilmiş halidir.

Kapitalist üretim ilişkilerinin ortaya çıkardığı ve yeniden ürettiği yaşam koşullarının arttırdığı sorunlar, baskıyı, sömürüyü, tahakkümü görmezden gelir. Buna bağlı olarak kapitalizmin izin verdiği ölçüde ve sınırlarda tedavi edilmeye çalışılması, insanı dönüştürüp üretime sokmaktan öteye gidemeyecektir. Sorunun temeline odaklanılmalı yani primordial (temel) korunma -sınıfsız, sömürüsüz, cinsiyet eşitlikçi, özgürleşme sürecinde olan birey ve toplumun, halkın sağlığının en bazal düzeyden korunması şarttır.

Kapitalist modernitenin dayattığı hastalık üreten kanserleşmiş yapılarına karşı doğal sağlığı savunmak, sağlığın toplumsallaşmasını sağlayacak örgütlenme modelleri oluşturmak, sağlık hizmetlerinin demokratikleşmesi için kendi öz-savunmasını yapan bir toplumla yürümek temel hedef olmalıdır.

Kaynaklar:

  1. TTB (2020) 21. Yüzyılın Üçüncü On Yılına Başlarken Türkiye’nin Sağlığı Türkiye’nin Sağlığı-2019. Toplum ve Hekim Dergisi, 2020, 35 (1): 55-58
  2. TTB-AHEK (2020) Aile Hekimliğinde Anne/Bebek Ölümleri ve Bağışıklama Çalıştayı Sonuç Bildirgesi. https://www.ttb.org.tr/userfiles/files/urfa-sonuc-bildirgesi-son.pdf, https://www.ttb.org.tr/haber_goster.php?Guid=a78ffc52-3c2e-11ea-a1a2-6d7c2a5a4754
  3. Hamzaoğlu, O. (2017) Türkiye’de Gizlenen Bebek Ölümleri Ve Bölgelerarasi Eşitsizlikler. Toplum ve Hekim Dergisi, 2017, 32 (4): 288-294.
  4. org (2018) HDP’li Toğrul: Mevsimlik tarım işçlerinin sorunu acilen çözülmezse can kaybı artar. https://sendika63.org/2018/09/hdpli-togrul-mevsimlik-tarim-iscilerinin-ulasim-sorunu-acilen-cozulmezse-can-kaybi-artar-509750/
  5. HDP (2017) Mevsimlik Tarım İşçileri Raporu. https://www.hdp.org.tr/images/UserFiles/Documents/Editor/mti-rapor(1).pdf
  6. Kalkınma Ajansı Atölyesi (2013) Mevsimlik Tarim İşçiliği Ve Çocuklar: Sorun Analizi Ve Politika Önerileri. http://www.ka.org.tr/dosyalar/file/Yayinlar/Raporlar/TURKCE/01/SORUN%20ANAL%C4%B0Z%C4%B0%20VE%20POL%C4%B0T%C4%B0KA%20%C3%96NER%C4%B0LER%C4%B0.pdf
  7.  Mevsimlik ölüyorlar: Tarım işçilerinin ölüme yolculuğu… https://haber.sol.org.tr/turkiye/mevsimlik-oluyorlar-tarim-iscilerinin-olume-yolculugu-266668, erişim tarihi: 20 Haziran 2020
  1. TNSA (2013) Türkiye Nüfus ve Sağlık Araştırması 2013. Hacettepe Üniversitesi Nüfus Etütleri Enstitüsü
  2. TNSA (2018) Türkiye Nüfus ve Sağlık Araştırması 2018. Hacettepe Üniversitesi Nüfus Etütleri Enstitüsü
  3. İHD (2020) 2019 Yılı Türkiye İnsan Hakları İhlalleri Raporu
  4. İSİG Meclisi (2020) İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi 2019 İş Cinayetleri Raporu. Yaşamak ve yaşatmak için direneceğiz! 2019 yılında en az 1736 işçi yaşamını yitirdi. http://isigmeclisi.org/20220-yasamak-ve-yasatmak-icin-direnecegiz-2019-yilinda-en-az-1736-isci-yasa
  5. Sağlık Bakanlığı İstatistik Yıllığı 2018
  6. Sağlık Bakanlığı İstatistik Yıllığı 2017
  7. Şengül Ş, Akpolat T, Erdem Y. ve ark. (2016) Changes in hypertension prevalence, awareness, treatment, and control rates inTurkey from 2003 to 2012. J Hypertens 34:1208–1217.
  8. Satman I, Omer B, Tutuncu Y ve ark. (2013) TURDEP-II Study Group. Twelve-year trends in the prevalence and risk factors of diabetes and prediabetes in Turkish adults. Eur J Epidemiol. 2013;28(2):169-180.
  9. HSGM (2020) Türkiye’de Obezitenin Görülme Sıklığı. Halk Sağlığı Genel Müdürlüğü, https://hsgm.saglik.gov.tr/tr/obezite/turkiyede-obezitenin-gorulme-sikligi.html

*Demokratik Modernite Dergisinde alınmıştır.



İLİŞKİLİ İÇERİK

Negri’nin Ardından

Düşünür ve eylemci Antonio Negri’ yi kaybetmenin üzüntüsünü yaşıyoruz. Düşün dünyamıza katkıları oldu. Okulumuza davet ...