Home / MANŞET / Direniş Ortamında Psikiyatri

Direniş Ortamında Psikiyatri

Giriş

İnsanlığın; evrimsel sürecin devamı olarak yeryüzünde var olmasıyla eşdeğer bir tarihselliğe sahiptir şiddet olayları ve savaşlar. Kendi türüne ve doğaya karşı tahakküm kurmak için giriştiği [su_pullquote align=”right”]Kobané’de direnen doktorlara…[/su_pullquote]eylemler, karşılığında oluşan direnişlerle ve özgürlük mücadelesi öyküleriyle farklı bir tarih yaratmıştır. Mitolojide, dinsel referanslarda ve arkeolojik kalıntılarda bu izleri görmek mümkündür. Yaşadığımız ülke ve Ortadoğu düşünüldüğünde; savaşların o günden bugüne yöntemsel- araçsal değişimler gösterse de içinde yaşadığımız zaman diliminde hala devam ediyor olması geleceğin inşasına yönelik atılacak adımların önünde büyük bir engel teşkil etmektedir.

 Bu yazı editörlerin isteği üzerine; Suriye’nin Rojava bölgesinde bulunan Kobané kantonunda çatışmalar devam ederken bulunmam nedeniyle gözlemlerimi aktarmak amacıyla kaleme alınmıştır.

Savaş ortamında psikiyatri başlıklı bir bölümde neden direniş ifadesini kullandığımı tarihsel arka planı ile birlikte açıklayarak başlayabilirim. Birinci paylaşım savaşı sonrası  masa başında çizilen sınırlar ile Ortadoğu’da yaşayan halklar farklı ülkelerde yaşamlarına devam etmek zorunda bırakılmıştır. Suriye’de bu ülkelerden biridir ve yeni sınırları ile  1920’de Fransa’nın sömürgesi olmuş, 1946 da ise bağımsızlığını kazanmıştır.

 Tunus’ta 2010 yılının Aralık ayında yaşam koşullarını ve baskıları protesto etmek amacıyla  Muhammed Buazizi isimli seyyar satıcının kendini yakması sonrası başlayan olaylar tüm Ortadoğu’da halkların özgürlük söylemleri ile sokağa dökülmelerine neden oldu, sonrasında bu eylemler Arap Baharı olarak adlandırıldı. Özgürlük ve demokrasi söylemleri ile alanlara çıkan halkların birikmiş tarihsel öfkelerini kendi küresel menfaatleri için dizayn eden egemen güçler de devrimsel mücadeleyi engelleyip, mücadele hattını değiştirerek bu sürece müdahale etmişlerdir. Suriye’de 2011 yılının ilk aylarında başlayan eylemler kısa bir süre sonra iç savaşa dönüştü. Yüzbinlerce insan hayatını kaybetti, milyonlarca insan topraklarını terk ederek göç etmek zorunda kaldı. Suriye rejimi ve kendisine komşu devletlerin desteklediği muhalif-gerici gruplar arasında çatışmalar devam ederken Türkiye sınırına yakın Rojava bölgesinde yaşayan halklar; 19 Temmuz 2012’de üç kanton şeklindeki yönetsel birimlerde örgütlenerek özerkliklerini ilan ettiler. 2 yıl sonra özerk birimlerin anayasası olarak Kobané’de deklere edilen Rojava Toplumsal Sözleşmesi’1 ile devrim gerçekliğini tüm dünyaya duyurdular ve yaktıkları ateş ile tüm Ortadoğu halklarının umudu oldular.  Öte taraftan Suriye’de yaşanan çatışmalar sırasında ismi zikredilen, sonrasında yaptığı katliamlar ile tüm dünyaya adını duyuran selefi-gerici bir örgüt olan IŞİD; insanlığı kafir ve kafir olmayanlar olarak ikiye bölerek Ortadoğu coğrafyasında yaşayan halklara ve kültürlerine savaş ilan etti. IŞİD’in saldırısını yönelttiği en önemli merkezlerden biri de Kobané oldu.

Bu uzun girizgahımın gerekçesi ise, tanıklık ettiğim çatışmaları bir savaş olarak değil,  tüm halklara umut olan Rojava devrimsel sürecini başladığı yerde boğmaya çalışan IŞİD’in Kobané saldırılarına karşı   Kobanélilerin ( kendi özgünlükleri ile ) direnişi olarak yorumladığımı belirtmek içindi. İŞID’in “hilafet”i yaymak amacıyla başlattığı savaşa karşı kendi yaşam alanlarının ve devrimin kazanımlarının savunusuna şahitlik ettiğim içindi.  Albert Einstein’ın; savaşın nedenlerini anlamak ve insanlığı savaştan kurtaracak bir yolun olup olmadığının merakıyla düşünce alışverişinde bulunmak amacıyla yazdığı mektuba Freud’un kağıda aktardığı düşüncelerinden alıntılarla girizgahı noktalamak istiyorum :

“ … Savaşın nihai amacı aynı kaldı: Bir taraf zarara uğratılarak ve gücü zayıflatılarak talebinden ya da itirazından vazgeçmesi istendi. Bu, en iyi şekilde, şiddetin karşısındakini nihai bir şekilde tasfiye etmesiyle, yani öldürmesiyle sağlandı. Bunun iki avantajı var: Bir daha karşısına düşman olarak çıkmasını engellemek, ikincisi rakiplerini aynı yolu izlemekten caydırmak… “2

“ … Savaşın her türü aynı oranda lanetlenemez; başkalarını acımasızca yok etmeye hazır olan imparatorluklar ve devletler var oldukça, diğerlerinin de savaşa hazır olmaları gerekir … “3

 Seyrüsefer

Bu seyrüsefer; Ekim 2014’de İstanbul’dan Suruç’a, oradan Kobané’ye gidişin ve yaşantılananların seyrüseferi, aynı zamanda Mart 2015’de İstanbul’daki evimden o günlere dair zihinsel bir seyrüsefer… 24 Eylül 2014 tarihinde Sağlık Emekçileri Sendikası aktivistlerinin de dahil olduğu, demokratik kitle örgütleri ve siyasal partilerden oluşan insanlarla İstanbul’dan Suruç’a akan direniş zincirini oluşturan 40 otobüs halinde yola koyulduk. Suruç’un Kobané sınırındaki köylerinde direniş nöbetlerine dâhil olmak amacıyla.

 Ortadoğu devrimine ateş yakan, umudu simgeleyen Kobané direnişinin bir parçası olmanın heyecanıyla devam ediyordum yolculuğa. Uzun kilometreler aşıldıktan sonra nöbet tutacağımız köye ulaştık. Köyün hemen birkaç km ötesinde akrabalarının evini gösteren köylüleri dinlerken, sınırların –paslanmış demir yolu olarak cisimleşen- anlamsızlığı düşüncesi zihnimde dolanıyordu. Çatışmaların yaşandığı bölgeye dair meraklı gözlere cevap olmak amacıyla daha sorulmadan toprak parçaları elle gösterildi. Coğrafik yüz ölçüm olarak yeryüzü üzerinde küçük bir yer kaplasa da gökle buluşuyor olmasının egemenlerde yarattığı korku nedeniyle saldırıların hedefi olan Kobané, 3 tarafta oluşan cephelerde direniyordu. Sırtını bulunduğumuz köylere yaslayarak mücadele eden Kobanéli direnişçilere, Türkiye devletini yönetenler tarafından desteklenen IŞİD üyelerinin bulunduğumuz noktalardan geçmesini engelleyerek omuz verecektik. El ele tutuşarak sınır hattı boyunca dizildik. Hava kararmaya başladığında rüzgârın çölleşmiş topraktan savurduğu parçalar vücudumuza değiyordu. Hemen sonra sesler duyulmaya başladı, çatışmaların bize ne kadar yakın gerçekleştiğini düşen her bomba daha derin hissettiriyordu. Çatışmalardan dolayı evlerini terk etmek zorunda kalıp bulunduğumuz köyde akrabalarının yanına yerleşen Kobanelilerin içimizde olup, bu çatışmaları izlediğini öğrendim. Zılgıtlarla, sloganlarla sesleniyorduk “sınır”ın öbür tarafına, umuda ses katabilmek için. Silah sesleri arttıkça zamandan ve mekândan hatta bedensel gerçeklikten soyutlanarak düşünsel gücümüzle Kobané’de olmaya çalışıyorduk. Gecenin ilerleyen saatlerinde çatışma sesleri azalınca nöbetleşe uyumaya başladık. Sabaha karşı nöbet için uyanıp ısınmak için ateşe yöneldim; ateş etrafında topluluk içerisinde sınırı aşıp silahlı direnişe katılanların varlığı destansı bir şekilde konuşuluyordu, devam eden çatışma seslerinin eşliğinde.

 Sabah kahvaltı yaptıktan sonra sağlık emekçisi arkadaşlarla beraber hastaneye doğru yola koyulduk,  hastaneye geçmeden hemen önce içtiğimiz birkaç bardak sıcak çay bütün yorgunluğumuzu almıştı. Hastane, Kobané’de direnenlerin yakınlarıyla doluydu, ambulanstan çıkan her sedye tanıdık bir yüz arayan bakışlarla örtülüyordu. Kobané’den gelen haberler iyi değildi, şehir merkezine yakın mesafelere havan ve tank mermilerinin düştüğü konuşulmaya başlanmıştı. 3 kişi ( 2 doktor, 1 hemşire ) Kobané’ye geçip hastanede bulunan meslektaşlarımızın yanında çalışmaya karar verdik. Kobané hastanesi konum olarak saldırılara açık bir yerde olduğu için taşınmış; hasta nakilleri de kolay gerçekleşsin diye sınıra yakın bir yer, revir olarak tarif edebileceğim bir mekan haline getirilmişti.

 Bir önceki gece gözlediğimiz tepenin ardında kalan yerde, Kobané’deydik. Hastanenin önünde bulunan açık alanda, ağaç gölgesine serilen kilime yayılıp ikram edilen çayı yudumlarken tanışıyorduk meslektaşlarımızla. Tank topları ve havan mermilerinin sesleri (savaş coğrafyasında yaşamış herkesin bildiği ve tonlamalarıyla hangi silahlara ait olduğunu anladığı sesler) hastaneye çok yakın bir şekilde duyuluyordu, çatışma çok yakınlaşmış olmalıydı. Bir bağlama tınısı çatışma seslerini bastırdı, bu tınılar hep beraber söylenen türkülere ve devrim marşlarına döndü. Orada bulunduğum 4 gün boyunca, yaralıların gelmediği her boşlukta, bağlama eşliğinde söylenen türkülerin çatışma seslerini nasıl anlamsızlaştırdığına şahit oldum.

 Ekibin tamamı birbirine “doktur” diye hitap ediyor, kimin doktor kimin hekim dışında kalan sağlık emekçisi olduğunu anlayamıyorduk. Bir ekip çalışması vardı, herkes doktor herkes devrimi yaşatmaya devam eden yaralarını sarmaya çalışan bir direnişçiydi. Gün boyunca yaralılar geliyor. Çoğunlukla gelen yaralılar silahlı direnişe dâhil olan Kobanélilerden – saldırılar karşısında, günlük yaşamında yaptığı işleri bırakıp geleceğini savunabilmek için silahlanıp cepheye giden insanlar – oluşuyordu. Yarası hafif olanlar müşahade odasına alınırken, ağır olanlar ambulansla sınır kapısına yönlendiriliyordu. (İlerleyen günlerde Türkiye’de yaşanan olaylar sonrasında kapıya yönlendirilen onlarca yaralının çeşitli bahaneler öne sürülerek bekletilmesi sonucu yaşamını yitirmesine tanık olduk ) Müşahadeye aldığımız yaralılar bir taraftan enerjileriyle ekibi canlandırıyor diğer taraftan saldırıların amacı ve anlamı üzerine yürüyen tartışmalarda yerini alıyordu. Kobanéli doktor arkadaşımız, bulunduğumuz toprak parçasının çölden ibaret olduğunu, petrol ya da başka bir “zenginlik” kaynağı barındırmamasına rağmen devam eden büyük saldırıya anlam veremediğini paylaştı tartışmanın bir yerinde.  Bu saldırının topraklara değil, özgür yaşamın inşasına saldırı olduğunu ifade ederek cevapladı bir diğer meslektaşımız. Sohbetler de türküler gibi çatışma seslerini anlamsızlaştırıyordu, ağaç gölgesi altında yaşam devam ediyordu.

 Bir ambulans hazırlanıyordu, akşama doğru şiddetlenen çatışmalarda yaralananlara erken müdahale etmek amacıyla cephe gerisinde yaralı beklemek amacıyla yola koyulacaktı. Ben de hem bu tarihi direnişe daha yakından tanık olmak hem de kendimce bulunduğum kısa süre içerisinde daha etkin çalışmak amacıyla emrivaki ile ambulansa doğru yöneldim. Ambulansta yanına oturduğum arkadaşla tanışmamıştık, pek konuşmadık yol boyunca. Şehir merkezinden ilerlerken meraklı gözlerle Kobané sokaklarını gözlüyordum. Mahallelerde çocuklar oyun oynuyor, yaşlılar sohbete dalmışlardı. Açık dükkânlar yaşamın devam ettiğinin kanıtı gibiydi. Ambulansı kullanan arkadaşımız nüfusun çok azaldığını, kalanların da hiçbir koşulda evini terk etmeyeceğini belirten insanlardan oluştuğunu paylaşıyordu bizimle. Şehir merkezinden çıktıktan hemen sonra kazılan hendeklere takıldı gözlerimiz yanımdaki arkadaşımla beraber, sonra devam ettik düzlük boyunca.. Güneş ufuk çizgisiyle bütünleşmeye çalışırken biz de ambulansla hızla ilerliyorduk güneşe doğru. Batı cephesinin gerisinde bekleyecektik. Ambulansı yol üzerinde bırakıp bir tümseğin arkasında saklanır pozisyonda oturup beklemeye başladık. Ambulansla aramızdaki mesafeyi anlayamadığımı hissetmiş olmalı ki ambulansta yanımda oturan arkadaş açıklama yapma gereği duydu. Sabit bekleyen araçlar, ambulans olsa dahi IŞİD tarafından hedef alındığı için almıştık bu önlemleri. Çatışma sesleri güney cephesinde yoğunlaşırken yakın olduğumuz alan sessizliğe gömülmüştü. Önümüzde uzanan ovaya karşı sigara içerken gün içinde tanışmadığım ve ambulansta yanına oturduğum meslektaşımla sohbet etmeye başladık. Başlangıçta kendisi hakkında çok fazla konuşmak istemiyordu. İstanbul’da görev yaptığımı öğrenince Gezi Direnişi üzerine sohbet etmeye başladık, kendisinin de aynı dönemde Ankara’da bulunduğunu ve direniş boyunca sırt çantasındaki malzemelerle yaralılara sağlık hizmeti verdiğini öğrenmiş oldum. Yaralı gelecek mi diye yolu gözlerken aynı anda Gezi anılarımızı konuşmaya devam ediyorduk. Sohbetimizi yaralı taşıyan araç değil, yakın sayılacak bir mesafede hayvan otlattığı için daha önce dikkatimizi çeken Kobanéli çoban seslenerek böldü. Oraya başka bir yerden taşınmış gibi duruyordu, TV den bir haber izliyormuşçasına çatışmalar hakkında yorumda bulunuyor, bizim düşüncelerimizi öğrenmeye çalışıyordu. Yaklaşan aracın yaralı olabileceği düşüncesiyle ambulansa doğru koştuğumuzda o da hayvanlarının başına dönerek işine devam etti, çatışmalara rağmen sarı sıcak bir gülümsemeyle.

 Hastaneye döndüğümüzde yemek sofrasına oturduk, güvenliğim nedeniyle cepheye gitmemin uygun olmadığı, bir daha gitmemem gerektiği fısıldandı kulağıma…

 Direnişin Anlamlandırılması ve Yaşamşallaşması

 Kobané Hastanesinde çalıştığım dönem içerisinde sohbetler sırasında tanık olduğum 3 ayrı yaşam/ öykü/ direniş zihinsel seyrüseferimde önemli duraklar olarak yer etti. Bir meslektaşımın cerrahi önlüğünün sağ cebinden uzanan oyuncak zürafa kafasıyla sohbeti dikkatimi çekmişti. 2 gün geçtikten sonra duyduğumuz sevinçli bir haber sonrası, cebindeki zürafa kafasını severek onunla konuşmasını fırsat bilip konuya girdim. Vermiş olduğu adı şimdi hatırlayamasam da cebinde taşıdığı oyuncağın kızının kalem çantası olduğunu öğrendim, içini açarak kahve poşetlerini gösterdi sonra. Bu oyuncak kızının varlığını hissettirmenin yanında, yaşamını devam ettirecek enerjiye dönüşüyordu.

Akşam yemeği sonrası hastane avlusunda serilen kilimler üzerinde, bağlamanın etrafında bir araya gelip türküler söylüyorduk. Bağlamayı çalan arkadaşımız yorulup ara verdiğinde herkes bir kenara dağılmıştı. Kobané çoğunlukla Kürtlerin yaşadığı bir şehir, yakın bölgelerdeki çatışmalardan dolayı evini terk etmek zorunda kalan Arap vatandaşlar da özerklik ilanı sonrası güvenli olduğu için Kobané’ye göç etmiş. Hastanedeki ekibin tek Arap doktoru ile sigara içip sohbet ediyorduk biz de bir köşede, sonradan öğrendiği Kürtçe ile konuşuyordu bizimle zorlanarak, bu şekilde anlaşıyorduk. Ekibin tamamı Arapça biliyordu, bizimle Kürtçe konuşuyordu sadece. Arabasını işaret edip Arapça müzik dinletmek istediğini söylemesinin ardından arabasına geçtik. Sigaraları ardı ardına yakıyorduk, sevdiği Arapça şarkılar eşliğinde. Dış gerçeklikten kopmuş gibiydik, kendi yaşamını anlatıyordu. 2 yıl önce evlenmiş, birkaç ay sonra çatışmalar yaşadığı bölgeye yaklaşınca eşi ve ailesi ile birlikte Türkiye’ye göç etmişler. Türkiye’de özel hastanelerde kısa süreli çalışmış, hem sömürülmesinin hem de kendi topraklarından uzak olmanın yarattığı özgürlük tutkusuyla 1 yıl önce Kobané’ye dönmüş. Yaşadığı toprakların ve özgürlüğünün önemini anlatırken, eşinden uzak düşmenin hasreti anlamadığım ama hissettiğim şarkılarda dile geliyordu. Kobané’nin özgürlüğü sonrası eşiyle bir araya geleceği günleri düşünüyordu.

 İnsanlar yorgun bir şekilde yere serilip üzerlerine battaniye çekerken İstanbul ekibi olarak nöbet tutmaya ve uyanık kalmaya karar vermiştik, Kobaneli 3 meslektaşımızla beraber yaralı bekliyorduk. Yağışlı bir geceydi, yağmur altında fotoğraf çektirmiştik ekip olarak. Zaman ilerliyor, yaralı habercisi olan araç sesi gelmiyordu. Yağmur ağır savaş silahlarına sahip IŞİD’in araçlarını ilerletmesi için engel teşkil ediyordu, bu yağmur böyle iyi, aferin Tanrı’ya diye mırıldanıyordum. İlk müdahalelerin yapıldığı odanın içinde, üzerimize battaniye çekmiş bekliyorduk. Yaşanan çatışmaların geleceği üzerine sohbete dalmıştık. Çektiğimiz fotoğrafları sosyal medya hesabında paylaşan doktor arkadaşımız, fotoğrafları bize gösterdikten sonra telefonunda kayıtlı olan fotoğraflar üzerinden çocuklarını bizimle tanıştırdı. Telefonda konuşurken, özgür bir şekilde yaşamayacağı bir geleceği istemeyen ve bunun için babasından mücadele vermesi beklentisi olduğunu kendisiyle paylaşan kızını gururla anlatıyordu. Yaşamları kağıda aktarırken aynı zamanda psikiyatrist olan F. Fanon’un sözleri düştü zihnime  “ İnsanın kendisine saygısını yitirmeden aç kalması, kölelikte yediği ekmekten daha yeğdir.”

 Kobané’de geçirdiğimiz 4 günün sonunda İstanbul’dan giden üç kişi bir araya gelerek Suruç’a dönme kararında ortaklaştık. Kendimizi suçlamanın yarattığı karamsarlıkla hastaneden ayrılırken Kanton Sağlık Bakanı’nın bizimle paylaştıkları bir nebze olsun soluk almamızı sağladı. Doktor “ Aslında hastanede kısıtlı müdahale imkanları nedeniyle var olan ekip fazla bile, ancak siz bu dört gün boyunca bizimle yemeğimizi paylaştınız, yerde uyudunuz . Yaşamımıza ortak oldunuz, bizim için en değerlisi bu” diyerek öptü ve vedalaştı bizimle.Sınır kapısını yürüyerek aşıp Suruç’a geçtik. Suruçta bulunduğum 15 gün boyunca ambulansta çalışarak sınır kapısı ile hastane arasında yaralıların taşınmasında görev aldım.

 Genç Psikiyatristin Deneyim ve Çelişkileri

Psikiyatri uzmanlık eğitimine 2 yıl önce başladığımda ilk okuduğum kaynak “Genç Psikiyatristin El Kitabı”4 adlı kitaptı. Elinizde yer alan kitabın değerli editörleri Kobané’de yaşadığım deneyimi psikiyatrist gözüyle paylaşmamı istediğinde; orada psikiyatrist olarak bulunmadığımı ifade edip reddetmiştim. Kobané ve Suruç’ta devam eden direniş sırasında kendimi mücadelenin içerisinde yer alan sıradan bir birey – toplumsallıkla bağ kuran –  olarak konumlandırmıştım. Bir süre sonra karar değiştirerek yaşantıladıklarımı, açığa çıkardığı duygu ve düşüncelerimi, aynı zamanda çelişkileri olduğu şekliyle aktarmanın uygun olacağını düşündüm. Psikiyatrik kavramları kullanmaktan kaçındım, temel olarak toplumsal bir olayı kavramsallaştırmak yaşanılan gerçekliğe mesafeli durmak anlamına gelmez mi? Psikiyatrinin kendisini her türlü toplumsal olaydan mesafe koyarak soyutlaması ya da kullandığı benzer terminolojik kavramlarla ( travmatizasyon, babaya isyan vs. ) yaklaşması ne kadar doğru? İktidar olgusunun ve makro –kaba- görünümü olan devlet aygıtının birey üzerinde kurduğu tahakkümü sorgulamadan bireyin ruhsallığına ne kadar yakınlaşabiliriz? Organizma için sağlıklı olma hali, özgür olma hali değil midir?

Dinlediğim öyküler bana psikiyatriden istifa edip sömürgesizleştime hareketinin parçası olarak özgürlük mücadelesi yürüten F.Fanon’u hatırlatmıştı bir kere. F. Fanon; sömürülerek, sömürgeleştirilerek yaşamına devam eden bireylerin ve toplumların sağlıklı olma hallerinden bahsedilemeyeceği gerçekliğini; Fransa’nın sömürgesi olan Cezayir’de psikiyatri hastanesinde çalışırken fark eder. Sömürge genel valisine yazdığı bir açık mektupta insanları ne pahasına olursa olsun zihinsel rahatsızlıklardan kurtarmanın kendisi için imkansız olduğunu “ hukuksuzluğun, eşitsizliğin ve inayetin yasama ilkesi haline getirildiği,kendi ülkesinde sürekli akıl hastası olan yerlilerin mutlak bir kişisizleştirme içinde yaşadığı bir ülkede bu insanları yerli yerine yerleştirmenin” elinden gelemeyeceğini belirtir ve psikiyatri görevinden istifa ederek Cezayir bağımsızlık mücadelesine katılır.        5

 Ben ise özgürlük mücadelesinin bir parçası olmak yerine hastaneme ve yaşamıma geri döndüm. Her ne kadar sorgulasam da;  gözlüklerimi takıp bireyi dış gerçeklikten soyutlayarak uzaktan dinlemeye ve anlamaya çalışmaya devam ettim, ediyorum.

1 – Toplumların Sözleşmesi 1/2,Kürtçe’den çeviren : Ersin Çaksu, Özgür Gündem Gazetesi 19/20 Temmuz 2014

2 – Neden Savaş? , Albert Einstein- Sigmund Freud, YGS yayınları, s: 33

3 – Neden Savaş? , Albert Einstein- Sigmund Freud, YGS yayınları, s: 60

4 – Genç Psikiyatristin El Kitabı, Prof. Dr. İsmet Kırpınar, Timaş Yayınları

5 – Yeryüzünün Lanetlileri, Franz Fanon, Versus Yayınları, s: 4

Mart 2015

İstanbul

Akgül İF (2015). Direniş Ortamında Psikiyatri. İçinde: ed: Devrim Başterzi A, Aker A.T., Barış Kitabı, Bireyden Topluma Savaşın ve Barışın Ruh Hali, Türkiye Psikiyatri Derneği, 1.Baskı, Kasım 2015, s: 299-306.



İLİŞKİLİ İÇERİK

Sağlık ve Politika Okulu yürüyüşüne devam ediyor!

[su_button url=”https://atasoyersaglikpolitikaokulu.org/basvuru/view.php?id=10110″ target=”blank” style=”flat” background=”#a80b0c” color=”#ffffff” size=”9″ wide=”yes” center=”yes” radius=”0″ icon=”icon: users” icon_color=”#ffffff” text_shadow=”0px 0px ...

Bir yanıt yazın