Home / ARŞİV / Andrew Nikiforuk – Mahşerin Dördüncü Atlısı

Andrew Nikiforuk – Mahşerin Dördüncü Atlısı

Bu gün covid-19 salgını tüm dünyayı sararken  geçmiş dönemlerde yaşanan salgınlar tarihini örneklerle anlatıldığı bu kitapta  Andrew Nikiforuk, toplumsal hayatın hastalıklarla yakın ilişkisini ekolojik bir bakışla inceliyor, dünyamızın en eski sakinleri olan mikro-organizmalarla barış yapmamızı öneriyor.

Kitapta her salgın döneminin çıkış nedenleri, salgın döneminde yaşanan toplumsal, ekonomik, siyasal ve ekolojik sorunları anlatırken, buna müdahale biçimlerinin yarattığı sonuçlarının içinde geçtiğimiz bu dönemde yapacaklarımız ve yapmamamız gerekenler konusunda önemli veriler sunmaktadır.  Kitabın son söz kısmı kitabı okuyacaklara için ilgi uyandıracağını düşünerek aşağıya aktarıyoruz.

SON SÖZ

Salgınların geleceği Yeni Dünya’nın çiçek hastalığı kadar hareketli ve Rönesans’ın frengisi kadar başa çıkılamaz gibi görünüyor. Bu gözlem korkutucu değil, düşündürücü olmalıdır. Dünya nüfusu bugün öylesine artmıştır ki, bir raslantıyla üstorganizmayla karşılaşmak, trafik kazaları kadar kaçınılmazdır.Beş milyar insan artık istese de toprağı yok etmekten, çöp dağları oluşturmaktan ve Atlı’yı uyandırmaktan kaçınamaz . Hastalıktan ölümleri, on bin yıl önce inekleri evcilleştiren,ağaçları kesen ve toprağı süren köylüler başlattı. Kıtlık ve savaşlar bu öldürücü karışıma ilave edildi. Bunlara cevap olarak, cüzam hastaneleri yarattı, sıtma ırkçılığı teşvik etti, veba feodalizmi yendi, tüberküloz evlerin tabanına mantarlı muşamba döşedi. Gelecekte de salgınlar gelip gidecektir, cüzam gibi belirgin lekeler, AIDS gibi güçlü sosyal damgalar bırakarak. Mikropların enerjisi üzerine kurulu uygarlıklar, yine bakteri ritimlerine uygun olarak kurulup yıkılacaklardır.

Her türlü tıbbi donanıma rağmen, üstorganizma bir iş kolik olmaya devam ediyor. Sıtma ile tüberküloz ölüm tablolarının yine en yukarısında, çünkü sulama ve evsizlik giderek artıyor. Dünya Sağlık Örgütü , yüzyılın sonuna kadar 30 milyon insanın erken yaşta öksürerek öleceğini tahmin ediyor. Tüberkülozun bugün “küresel bir sağlık krizi” olduğu açıklandı. Her renkten yetişkin, antikorlarını kızamık ya da difteri karşısında kaybediyor, bu da aşıların artık bir işe yaramadığını,bağışıklık sistemlerimizin daha fazla uzlaşmacı olduğunu ve mikropların değiştiğini gösteriyor. Salmonella ve campy lobacter (ishale neden olan bir mikrop) insanın midesinde giderek daha sık bulunuyor, çünkü tavuk çiftlikleri bu mikropları tıpkı şehirlerin salgınlar üretmesi gibi üretiyor.Dang, Latin Amerika ile Asya’ da yine popüler, çünkü virüsü taşıyan sivrisinek, varoşları kuşatan atılmış plastik bardakların, eski araba lastiklerinin ve diğer çöplerin içinde kolayca ürüyor.

“Yeni kuşak” olduğu söylenen hastalıkların çoğu aslında kolera gibi “yeniden ortaya çıkan” eski enfeksiyonlar. Son iki yüzyılda, sudan kaynaklanan bu hızlı ve etkili katil, dünyayı yedi kez dolaşıp yoksulların kanını emdi. Vibrio cholerea, muhtemelen kirletilmiş Ganj Nehri’nde doğdu ve yosunlarla yaşadı. Bakteri bu ortamda küçülür, diğer mikroplarla sohbet edip fırsat kollar. Okyanusların ısınması, kirlenme ve kızılötesi ışınları muhtemelen bu inanılmaz yaratığın yeniden harekete geçmesinde rol oynadı. Son büyük kolera salgını muhtemelen Bangladeşli bir köylünün sulu dışkısında başladı, bir yosuna tutunup biraz dinlendi , bir geminin sintine suyunda gizlice yolculuk etti, sonunda da Peru’nun Lima şehri açıklarında denize atıldı.

Bakteri bir kez yutuldu mu insan bağırsağında çoğalır ve güçlü bir zehir salgılar. Şiddetli ishal ve kusma , yüzü çökertir, dudakları morartır. Kolera yüz yıllık bir aradan sonra Peru’yu 199 l ‘de yeniden yokladı ve kıtada tura çıktı . Bir milyondan fazla Latin Amerikalı tuvaletlere koşturdu (mahallelerinde bulabildilerse) ve binlercesi öldü . 1993’te Hindistan’da koleranın 139 . türü ortaya çıktı; bu tür, bir öncekinden daha vahşiydi. Koleranın müttefikleri olan yoksulluk, kötü sağlık koşulları ve kirlenmiş su kaynakları tam bir işbirliği içindeler. Mikropların işlerinin başı sonu yok.

Kolera , yoksulları yığınlar halinde öldürmeye devam ederken, gelişmiş dünya “et yiyen mikrop” kabusları görüyor. Medyanın abartması sayesinde birçok insan “dörtnala kangren” ya da çürütücü fasya iltihabının adlarını duydu. Eti ya da kasları birkaç saat içinde kokulu bir hamura çeviren ve vücudu zararlı toksinlerle zehirleyen bir hastalığı önemsememek zor olsa da, et yiyen bir mikrop yeni değildir. Her yerde her zaman görülen, A grubu streptokok, iki yüzyıl önce de yaralı denizci ve askerlerin etlerini yiyordu .

Bu öldürücü cilt enfeksiyonunun o zamanlar askeri hastane koğuşlarını neden doldurmuş olduğunu ya da neden şimdi yeniden ortaya çıktığını kimse bilmiyor. Ama birçok biyolog, bir bukalemunun iş başında olduğunun farkında. Strep A, 1 9 . yüzyılda çocuklar arasında kızıl biçiminde ortaya çıktı.

Şehirlerin aşırı kalabalıklaşmasından yararlanan kızıl, küçük ama ölümcül dalgalar ya da büyük ama daha az ölümcül sel baskınlarıyla geldi. Kamu sağlığı önlemlerinin artmasıyla kızıl ortadan kayboldu , ama daha sonra, 1980’ lerde “zehirli şok sendromu” ile yeniden ortaya çıktı. Bağışıklık sistemini kötü toksinlerle mahvederek her yaşta insana saldırdı. Muppet Show’un yaratıcısı jim Henson’u birkaç saat içinde öldürdü .

O da yeniden et yiyen kılığında geri dönmüştü . Son yıllarda strepin en korkunç şekli Norveç’te yüzlerce insana saldırdı ve ünlü bir Kanadalı siyasetçinin bacağını kaybetmesine yol açarak İngiltere basınında ürkütücü manşetlere konu oldu. Bu mikrobun bulaştığı insanların yaşama şansı yalnızca yüzde 20’dir. Doktorların A grubu streptokoku hak-kında kesin olarak söyleyebileceği tek şey, onun “biçim değiştiren” bir tarihe sahip olduğu ve bütün genetik değişikliklerinin beklenmedik anlarda ortaya çıktığıdır. Bazı doktorlar şimdi, bu mikrobun, dünyanın büyük şehirlerinde öldürücü kızıl salgını biçiminde ortaya çıkma niyetinde olduğunu öne sürüyor. Strep en azından, üstorganizmanın sınırsız bir şaşırtma ve uyum sağlama yeteneğine sahip olduğunu kanıtlıyor.

Her uygarlık, farkında olmadan kendi öldürücü harikalarını kendisi yaratır; küresel ısınma da bir sonraki salgını çağırıyor olabilir. İnsanın yarattığı sanayi, atmosfere çok fazla karbondioksit püskürterek üstorganizmanın başlıca var olma nedenine, hayatı mümkün kılan gazların düzenine meydan okudu . Bu düzeni değiştirmenin sonuçları şimdiden görülüyor. Sıcaklık yükselince tarım yapılan topraklar kurur, yaşlılar ölür, böcekler ortalığa yayılır ve havayı kirleten maddeler şehirlerde yoğunlaşarak, dünyanın en hızlı büyüyen hastalığına, yani astıma yol açar. Sıtma ve bazı sindirim sistemi tutkunu amipler, bu gelişmelerden yararlanıp şimdiden, eski sınırlarının dışına çıkmaya, daha yüksek kesimlere ve kuzey iklimlerine yolculuğa başladı bile. 1 987’den beri sıcaklığın ve yağışın rekor düzeyde artması sonucu, Afrika’nın en yoğun nüfuslu ülkesi olan Ruanda’da, sıtma vakalarında yüzde 337 artış oldu. Dünyanın yeni derdi olan cilt kanseri de insanlara, dünyanın koruyucu ozon tabakasını yok ettiklerinde , bağışıklık sistemlerinin kaldıramayacağı kadar çok kızılötesi ışınına maruz kalacaklarını hatırlatan bir uyarıdır.

Modern toplumların yeniden düzenlediği alanlar yalnızca küresel ve yerel çevreler değildir. İlerleme ve iyi yaşama peşindeki insanlar atmosferde olduğu kadar kendi bağışıklık sistemlerinde de delikler açıyor. Son yüzyıl içinde insan türünün hastalıklara karşı doğal savunması, bütün tarihinde olduğundan daha fazla yara aldı. Tahribin nedenlerinden bazıları su kirliliği, kötü beslenme ve hava kirliliği gibi eski nedenler. Kokain, böcek ilaçları, radyasyon, fast food, kızılötesi ışınlar, elektromanyetik dalgalar ve plastik alerjileri de yeni nedenlerden bazıları. Anne sütüyle beslenmeden genel olarak vazgeçilmesi ve gereksiz antibiyotik kullanımı, T-hücreleri sayısını azalttı. Bütün bu gelişmelere kafa yoran az ayıda doktor, bilinmedik stres çeşitleri bağışıklık sistemini yıprattıkça, insan türünün her yeni neslinin giderek zayıflamasından kaygı duyuyor. AIDS, sağlımızın çökmekte olduğunu gösteren son salgın olmayacak.

İnsanın savunma sistemi zayıfladıkça, üstorganizma güçlendi. Antibiyotikler gibi modern tıp teknolojileri, çözdüklerinden daha büyük sorunlar yarattı. Dünyanın farklı bölgelerinde, birbirinden farklı ekolojik koşullarda yaşayan bakterilerin hepsinin tetrasikline dirençli genler taşıması şaşırtıcıdır.

Birçok doktorun ve yurttaşın bu gelişmeyi bir sağlık sorunu olarak kabul etmemesi daha da ürkütücüdür. Sonuç olarak, üst mikropların üremesi, gelecek nesilleri ölümcül tehlikelerle tehdit eden günlük bir trajedi haline gelmiştir.

Dördüncü Atlı, uygarlığı kestirilemeyen şekillerde değiştirerek yeniden dolaşmaya başladığında, modern tıp, tarihi aklayanlar arasındaki geleneksel yerine oturacaktır. Doktorlar şimdiye kadar hiçbir büyük salgının ilerleyişini durduramadı ya da etkileyemedi, bunu becereceğe de benzemiyorlar. Teknoloj ik toplumların parçalanmış yapısı yüzünden, ölümler başladığında bir konsensüs ya da ortak bir toplumsal tepki oluşturulamıyor. En gelişmiş ve zengin halkların, kitlesel ölümlere en açık insanları içerebileceğini AIDS kanıtladı. Teknolojiye yersiz bir güvenle sarılan modern kültürler, geleneksel bilgeliklerini ve Tanrı önündeki tevazularını yitirdiler. Dördüncü Atlı geldiğinde, Afrikalı köylüler köylerini yabancılara kaparken, New York ile Paris’teki kabileler insan haklarını tartışıp var olmayan ilaçlar talep ederler. Yoksullar sessiz kadercilikleriyle yaşamın ölümden sonra da devam ettiğini ve salgın hastalıkların birçok tarih yapıcıdan biri olduğunu anlarlar. Gelişmiş dünyanın zenginleriyse gelecekte ektiklerini biçeceklerdir.

Modern tıp da ektiğini biçecektir. Haçlar, aşılar ve muhteşem gen mühendisliği merakı bir yeterlilik yanılsaması yaratmasına rağmen, salgınlar kitlelere en genç bilim olan tıbbın hala altı bezli, hatta kirli bezli bir bebek olduğunu hatırlatmaya devam edecektir. Modern tıp , mikrop teorisinden vazgeçip salgınları , insan kültüründeki ekolojik rahatsızlıklar olarak görünceye dek, hastalıkların gölgesinde sakat bir güç olarak var olmayı sürdürecektir. Sınırların bilinmesi ve ilerlemeye kuşkuyla bakılması her zaman hastalıklar karşısındaki en iyi savunma olmuştur, ama bunlar satılması en zor ilaçlardır. Böyle bir tavır bile yanıltıcı olabilir ve bu yalnızca yaşamın trajik karakterini ve zamanın tehlikeli yapısını kanıtlar. Modern insan ne kadar uğraşırsa uğraşsın, ne üstorganizmayı yenebilir, ne Dördüncü Atlı’yı kandırabilir, ne de salgınların tarihteki dirençli varlığını inkar edebilir. Birinci Atlı’nın, Umut’un ebedi nal seslerine de kulaklarını tıkayamaz.



İLİŞKİLİ İÇERİK

Negri’nin Ardından

Düşünür ve eylemci Antonio Negri’ yi kaybetmenin üzüntüsünü yaşıyoruz. Düşün dünyamıza katkıları oldu. Okulumuza davet ...